Affeden Kaybetmez!

Aynur TUTKUN

En uzun yolculuğun Edirne’den Kars’a olduğunu düşünürsek yanılmış oluruz. En uzun yolculuk beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuktur.

Üzücü bir olay karşısında aşağıdan, yukarıdan, sağdan, soldan düşünerek, çeşitli yorumlar yaparak zihnimizi çatlatırcasına yorarız. Olayları siyah ya da beyaz çerçeveler içerisine oturtmaya çalışarak ara renklerden şiddetle kaçınırız. Hâlbuki insan ilişkilerinde siyah ya da beyaz çerçeveye yerleştirilebilecek olaylar çok sınırlıdır. Gri, pembe, yeşil, mavi gibi diğer ara renklere de ihtiyacımız vardır. Özellikle bize yapılan haksızlıklar karşısında, canımızı acıtan olayları yorumlarken onları siyah ya da beyaz çerçeveler dışındaki çerçevelere yerleştirmek bizi müthiş rahatlatacaktır. Karşımızdakini «kötü» addedip siyah bir çerçeveye, kendimizi de «iyi» addedip beyaz bir çerçeveye yerleştirmek gerçekte problemi çözmeyecektir. Belki de sadece peygamberleri beyaz çerçeveler içine yerleştirebiliriz. Diğer tüm insanlar için kendimiz de dâhil hep ara renklere ihtiyacımız vardır.

Ve bu rengârenk çerçevelere insanları ve olayları yerleştirirken mantığın merkezi olan beynimizden; inancın, sevginin, mâneviyatın merkezi olan yüreğimize yolculuğa çıkmamız gerekecektir. Çok büyük bir nimet olan akıl ve mantık hiçbir zaman tek ve yegâne nimet değildir.

Canımızı acıtan, üzen ve hattâ hayatımızı etkileyen/değiştiren kırıcı söz ve davranışlar karşısında affedici olabilmek çoğu zaman mantığımıza, kaybettiğimizi kabullenmek gibi gelse de gerçekte yüreğimize onu özgürleştirdiğimiz, ağırlıklardan kurtardığımız hissini verir. Ki bu gerçekten de böyledir çünkü affedememek, suçlamak, kinlenmek, öfkelenmek hayat enerjimizi tüketerek, hayat kalitemizi düşürür. Fakat insanları ve olayları siyah/beyaz çerçeveler dışındaki çerçevelere yerleştirerek onları affedebilmek için, beynimizden yüreğimize yapmamız gereken bu yolculuk benliğin patiska yollarında çok uzun sürer; zamana ve sabra ihtiyaç vardır. Affedebilmenin aslında insanı ne kadar çok hafiflettiğini öğreten güzel bir hikâye vardır:

Öğretmen bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur:

“Hayatı tecrübe ederek öğrenmek ister misiniz?”

Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. «O zaman» der öğretmen «şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!» Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamazlar.

Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: «Şimdi, bugüne dek affedemediğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.» Bazı öğrenciler torbalarına üçer beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine; «Peki şimdi ne olacak?» der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: «Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken, sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar.»

Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikâyete başlarlar: «Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor. Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk!»

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:

«Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi rûhumuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir lütuf olarak düşünüyoruz, hâlbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.»

Fakat beynimizden yüreğimize yaptığımız bu zorlu yolculuk sonucunda affetmeyi başarabildiğimizde karşımızdaki kişinin davranışlarını onayladığımızı düşünmemiz yersizdir. Çünkü affetmek sadece geçmişin günümüzdeki yıkıcı etkisini kaldırmaktır. Affetmek; «Yaptığını onaylamıyorum, yanlış buluyorum, belki de kendimi özür dilemeni gerektirecek kadar suçsuz görüyorum, fakat canımı çok acıtmasına rağmen bundan senin habersiz oluşuna, umursamaz oluşuna o kadar çok acıyorum ki bu yüzden senin affedilmen gerekir diye düşünüyor ve hissediyorum.» diyebilmektir.

Affetmek unutmak da değildir. Unutmamalıyız da. Yaşadıklarımız, bizi çok üzmüş olsa da kazandığımız tecrübelerdir. O kişiyle olduğu kadar başka kişilerle de olan ilişki ve iletişimimizde de bir daha böyle tatsızlıkların yaşanmaması için neler yapabileceğimizi öğretmiştir o acı hâtıra. Olayı hatırlamak fakat duygu depomuzu boşaltmak gerekir. Bunun için de bu tür olayları bir bakıma, beynimizden yüreğimize doğru yolculuğa çıkarak, kaderin cilvesidir diye telâkkî etmek zihnimizi ve yüreğimizi rahatlatacaktır.

Affedebilmek için ilk ve tek yapabileceğimiz şey sabırlı olmaktır elbet. Sabredebildiğimiz sürece öfkemize ve kinimize hâkim olabilir, zamanı lehimize çevirebiliriz. Fakat bazen öyle anlar olur ki kişi şiddetle uğradığı haksızlığa misliyle karşılık vermek ister. Böyle durumlarda misliyle olduktan sonra hiç kimsenin itiraz hakkı olamaz çünkü buna Rabbimiz de müsaade etmiştir:

“Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol (mes’ûliyet) yoktur (onlar kınanamaz ve cezalandırılamaz). (Şûrâ, 41).

Özellikle affedilecek kişiyi affettiğimiz takdirde bu onun aynı davranışı tekrarlaması neticesini doğuracaksa burada af değil misliyle olmak şartıyla buna karşılık vermek daha doğru olacaktır. Buna haksızlık edene bir ders vermek de denebilir. Yine de âyetin devamında: “Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi yapılmaya değer işlerdendir.” (Şûrâ, 43) diye buyururken Rabbimiz bize affetmenin faziletini işaret ediyor olsa gerektir. Sabretmek ve affetmek şüphesiz sâlih amellerdendir. Rûhu özgürleştirir, benliği köreltir.

Fakat bir de üstün ahlâk sahibi olan kişilerin kendilerine yapılan haksızlıklar, acı ve üzücü olaylar karşısında takındığı tavır vardır ki bu hakikaten takdire şayandır. Bu kişiler hakkında Rabbimiz: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu haslete ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” (Fussılet, 34-35) buyurur. Kötülüklere misliyle karşılık vermenin ya da affetmenin dışında bir de iyilikle karşılık vermek vardır ki bunu da hakikaten herkes beceremez. Bunu ancak hayırdan büyük pay sahibi olan kişiler başarabilir.

Ne mutlu öyle olamasa da olmak gayreti içinde olanlara! Aklın zincirlerini kırıp uzun yolculuklar sonucu yüreğin sahillerine ulaşarak gerçek özgürlüğü tadanlara!