Mavi Cami’deki Renkli Aydınlık

Can ALPGÜVENÇ

Sultanahmet Camii bitip de kapılarını dünyaya açtığı zaman, dönemin yazar ve şairi Câfer Çelebi’nin ağzından dökülen ilk sözler şunlar olmuş:

“Bu aydınlık nedir? Nedir bu parlak ışık?!.”

Asırlar sonra, dünyanın dört bir yanından gelen bütün insanlar, ana mekâna adımını atar atmaz, içleri aynı aydınlık duygularla, ferah mı ferah, renkli mi renkli, bambaşka bir dünya ile dolar. Herkesin ağzından, Câfer Çelebi gibi, hayret dolu ifadeler dökülür.

Yarı karanlık Ayasofya’dan sonra, buraya giren turistler, karşılaştıkları bu renkli ve ışıltılı ortam karşısında hayrete düşerler. Bu kadar büyük boşlukta, böylesine bir renk cümbüşü nasıl sağlanabilmiş, daha doğrusu, bu denli geniş ve ne de olsa taştan örülmüş kapalı bir hacimde, havayı dolduran bu «renkli aydınlık» nereden verilebilmiş diye, şaşkınlığa kapılırlar.

Önceki asırlarda, gökyüzünün berraklığını içeri döken iki yüz atmış pencereden hepsinin vitraylı oluşu, içeriyi, her rengin esrarlı tonlarıyla boyamaya hizmet ediyordu. Ama her biri birbirinden uzak mesafelerde yer tutmuş olan bu aralıklar, içerideki aydınlık duygusunu açıklamaya yetmez. O zaman devreye, duvarları süsleyen çiçek bahçeleri girer. Mavi mi, yeşil mi, hangisi daha hâkimdir, karar veremeyeceğiniz rafine bir boyanın bütün tonlarının serpildiği bir desenler dünyası ile bezelidir.1

İç ufku çevreleyen pencere vitrayları, gerçekten ne kadar yakıcı renklerle örülüdür. Duvarları örten çiniler ve kubbelere kadar tırmanan nakışlar, nasıl da atlas kumaşlar misali coşku ile serpilmiştir.

DERVİŞÂNE BİR AHLÂK

Bu muhteşem caminin bânîsi Sultan I. Ahmed, 1603 yılında henüz 14 yaşında iken tahta çıktı. Padişahların 14’üncüsü olarak 14 yıl saltanat sürdü, 28 yıl yaşadı; Yani iki kere 14! Hayatında bu sayının tılsımlı bir rolü olduğu görülür.

Sultan I. Ahmed, zeki, münevver, hamiyetli, son derece dindar bir hükümdardır. Çok sade giyinir, sofu (yünü) ipeğe tercih eder, dervişâne bir ahlâka sahiptir. Ata binme, ok atma ve kılıç kullanmada mahirdir. Edirne’de bir şeşberi 30 metre yükseklikteki bir surdan aşırıp, 500 metre mesafeye fırlattığı yazılıdır. Bu atışı için, oraya bir nişan taşı dikilmiştir. Bu husus, silâh kullanmadaki maharetini gösterir.2

SORGUÇTAKİ KADEM-İ ŞERİF

Sultan Ahmed, Bahtî mahlâsıyla şiirler de yazmıştır. Şiirleri hamasî, tasavvufî, derin tahassüslerle doludur. Bir şiirinde, doğu ve batıya gönderdiği ordularından bahisle, Cenâb-ı Hak’tan yardım niyaz eder:

İlâhî, cânibeyne salmışım ben iki serdârı;
Kerem kıl, düşmeni kahr ile mansûr eyle anları.
Biri şol çâr-ı yâri sevmeyen zâlimleri kırsın;
Biri vurup, helâk etsin, Sen’in emrinle küffârı.

Sultan son derece dindar olduğundan, Peygamberimiz’in «kadem-i şerîf»inin (mübarek ayak izlerinin) küçük bir örneğini yaptırıp, sorgucuna koydurur. Konuyla ilgili olarak kaleme aldığı bir şiirinde, Peygamber Efendimiz’e olan sınırsız sevgiyi anlatır, O’nun mübarek ayak izini başında taşımakla iftihar ettiğini söyler.

N’ola tâcım gibi bâşımda götürsem dâim;
Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir;
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gül’ün.

Sultan Ahmed’in en büyük aşkı, Rabbine olan kulluğunu ispat edebilmek için, o zamana kadar yapılmış camilerin en muhteşemini yaptırmak ve özellikle de Ayasofya’yı geçmektir. Buna, adını kıyâmete kadar yaşatacak bir eser bırakma arzusu da eklenebilir.

AHMED KULUNUN HİZMETİ!

Caminin inşasına karar verilince, Ayasofya yakınlarında en uygun yer aranır, sonunda At Meydanı’nın kıble yönünde bulunan Ayşe Sultan Sarayı’nda karar kılınır. Burası hem Topkapı Sarayı’na yakındır hem denize bakmaktadır hem de çok geniş bir alanı kaplamaktadır.

1609 Ekim’inde, başta 20 yaşındaki genç padişah olmak üzere, bütün devlet erkânının yıkımlarla açılan geniş arazide toplanmasının ardından, caminin temelleri büyük bir törenle kazılmaya başlar. Genç sultan, bir taraftan eteğine doldurduğu taşları döküp, öte yandan Cenâb-ı Hakk’a yalvararak: «Ahmed kulunun hizmetidir, kabul eyle!» diye dualar eder.

Cami, sıbyan mektebi, çeşme, hünkâr kasrı, türbe, darü’l-kurra, darü’l-hadis, darü’ş-şifa, hamam, dükkânlar, sebiller, mahzenler, kira odaları gibi geniş bir yapı topluluğundan meydana gelen ve yapımı yedi buçuk yıl süren bu muhteşem eser, 9 Haziran 1917’de büyük merasimlerle ibadete açılır.

Sultan; adıyla anılan bu camide, her yıl Hazret-i Peygamber’in doğumunun kutlanmasını emreder, bu merasim Devlet-i Aliyye’nin sonuna kadar aralıksız icra edilir.

SİNAN GİBİ BİR DÂHÎ

Cami, yüksek bir zemin üzerine oturtulmuştur. Mehmed Ağa’nın, caminin zeminini yer seviyesinden bir hayli yükselttiğine bakılırsa, onu belirli bir seviyeden itibaren çevreye göstermek istediğinde şüphe yoktur. Burada, Ayasofya’nın karşısına yapacağı bu binanın, ondan daha yüksek görünmesini istediği açıktır. Mimar Mehmed Ağa’nın mümtaz bir mimar olduğunu söylemeye gerek yoktur. Egli’nin dediği gibi, Mimar Mehmed Ağa da, -tıpkı Sinan gibi- dâhî bir mimardır.3

ALTI MİNARELİ CAMİ

Caminin duvarları İznik’te yapılan beyaz zemin üzerine mavi, yeşil, kırmızı, firûze ve siyah renkli; lâle, sümbül, karanfil gibi çiçek ve kıvrık dal motifli yirmi bini aşkın çini levha ile kaplıdır. Zengin sedef kakmalı kapı ve pencereler bizzat Sedefkâr Mehmed Ağa’nın eseridir. Caminin en önemli özelliklerinden biri de, altı minaresinin bulunmasıdır. Camiye bitişik olan dört minareye üçer, avlu köşelerinde bulunan iki minareye de ikişer şerefe konulmuştur.

Bir rivayete göre, o dönemde Kâbe minareleriyle aynı sayıda olması dinî otoriteler tarafından hoş karşılanmamış, bu yüzden Kâbe’deki minarelere yedincisi eklenmiştir.4

RENGÂRENK ELMAS PARÇALARI

Pencereler, ilk yapılışta çiçek motifleriyle örtülüdür, yani düz pencere camı yoktur. Bu renkli cam işçiliği, olabilecek en yüksek kalitededir. Caminin bu özelliğini, mabedi o tarihlerde gezen bütün yabancı gezginler fark eder, pencerelerdeki bu renk oyunu buluşuna ve onun uygulamadaki kusursuzluğuna hayran kalırlar. Yazar adı bulunmayan önemli bir kaynak, çiçek formundaki bu desenlerin, gözlere «her renkte elmas parçalarından yapılma» bir örgü gibi gözüktüğünü belirtmektedir.

Mamboury, 18’inci yüzyıla kadar bu renkli vitrayların devam ettiğini, 1700’lü yıllardan sonra bunların çoğunun kırılıp âdî camla değiştirilmesinin, iç mimarî açısından bir kayıp olduğunu, çünkü vitrayların renklendirilip, halılar ve çiniler üzerine tül tül döktüğü ışıkların içeride meydana getirdiği o büyülü ve esrarlı atmosferin, düz camlarla kaybolduğunu kaydeder.

Bugünkü vitraylar, çok yeni tarihlidir ve tabiî eskilerinin kalitesinden çok uzaktır. Şüphe yok ki, orijinal pencere vitrayları, iç mekâna çok şey katıyordu.5

Göz kamaştıran bu renk ve manzara zenginliği, her şeye rağmen yine de bütün haşmetiyle ayakta kalmayı başarabilmiştir.

1 Çelik GÜLERSOY, Mavi Cami, İstanbul 1990, s. 8
2 Ziya Nur AKSUN, Gayr-ı Resmî Tarihimiz, s.101
3 Mehmet DOĞRU, Eminönü Camileri, s.180 -181
4 S. Faruk GÖNCÜOĞLU, Gelenekten Geleceğe Camiler, s. 202
5 Çelik GÜLERSOY, Mavi Cami, İstanbul 1990, s. 45-46