Kudüs’ün Hüznü

B.Cahit ÖZDEMİR

Üç semavî dinin mukaddes şehri olarak bilinen Kudüs, bu önemiyle paralel olarak, tarih boyunca hep siyasî ve askerî bir hedef görülmüş, pek çok badireler atlatmıştır. Şehirde, bugün de hedeflerin kesişme noktasını teşkil eden mukaddes Mescid-i Aksâ ilk olarak tahminen M.Ö. 965-926 yılları arasında Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- tarafından inşa ettirilmiştir. Bu ihtişamlı mabed daha sonraları Âsurîler ve Romalılar tarafından tahrip edilmiştir.

Kudüs, Müslümanlar için pek çok açıdan mânevî değere sahiptir. Hicretten on altı ay sonraya kadar Müslümanların kıblesi olan Mescid-i Aksâ, aynı zamanda İslâm’ın üç mukaddes mekânının da üçüncüsüdür.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Ziyaret için (ibadet kastıyla) sadece üç mescide seyahat edilebilir. Bunlar: Mescid-i Haram, Mescid-i Rasûlullah ve Mescid-i Aksâ’dır.” (Buhârî, 1/ 398, hadis no:1132)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- burada «mîrac»a çıkarken, bütün peygamberlere de namaz kıldırdı. Bu hususla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan buyurulur:

“Kulunu (Muhammed -aleyhisselâm-’ı), gece vakti, âyetlerimizden bazılarını göstermek için Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, her şeyi işitir ve görür.” (İsrâ, 1)

Efendimiz’in ashâbına mûcize olarak verdiği müjdeler çok kısa sürede gerçekleşmiş, Kudüs irtihâl-i nebîden henüz dört sene geçmiş iken, Hazret-i Ömer devrinde fethedilmiştir.

“Suriye seferinde, fetihten sonra Şam’a gelen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Kudüs’e de uğrayıp Mescid-i Aksâ’yı ziyaret etti. Telbiye ile gece vakti Mescid’e girdi; namaz kıldı. Sabah namazı vakti girince, cemaatle namaz kıldırdı. Daha sonra Kudüs halkı ile beraber, yüzyıllardan beri kendi hâline terk edilen Mescid-i Aksâ’da biriken ve etrafını kirleten çöpleri, pislikleri temizledi. Orada Yahudilere de, Mescid’e emniyetle girme hakkını tanıdı. Kudüs’teki kiliselere dokunulmaması için emir verip, Hıristiyanlarla sulh anlaşması yaptı.”*

Altıncı Emevî Halîfesi Velid (666-715), daha önceleri defalarca tamir edilen Mescid-i Aksâ’yı, bugünkü hâline benzeyen şekliyle yeniden yaptırdı.

Müslümanların elinde huzurlu dört asır geçirdikten sonra Kudüs 1009’da, Haçlılar’ın işgaline uğradı. İşgalci Haçlılar, kadınlar ve çocuklara varıncaya kadar halkı kılıçtan geçirdiler. O zamanki vesikalarda, «cesetlerin dağlar gibi yığıldığı; atların dizlerine kadar kan deryasında yürüdükleri» zikredilir. Haçlı çapulcular Mescid’i de yağmalayıp kiliseye çevirdiler.

Sultan Selahaddîn-i Eyyûbî 1184’te şehri geri alarak, Mescid’e hüviyetini tekrar kazandırdı. Kudüs’ün 1517’de Osmanlı idaresine geçmesiyle de, bu güzel mabedin şanına lâyık bir şekilde bakım ve tamiratına devam edildi.

Mabedin kıble tarafında, Peygamber Efendimiz’in mîraca çıkarken bastıkları ve mübarek ayak izlerinin kaldığı kayanın üzerine inşa edilmiş yine muhteşem bir sanat eseri olan «Kubbetü’s-Sahra: Hazret-i Ömer Camii» bulunmaktadır. Bu sekizgen mabedin cephelerindeki göz alıcı mermer ve çini kaplamaları Kanunî Sultan Süleyman Han; kubbesinin dış yüzeyinin nadide bir mücevher misali parlayan yaldızını da, Sultan II. Mahmud Han yaptırmıştır.

Birinci Dünya Harbi’nde Filistin’i müdafaa eden 25 bin kişilik Osmanlı kuvveti, kanal mevkiinde, 150 bin kişilik İngiliz kuvvetini iki defa püskürtmesine rağmen, düşmanın devamlı takviye alması sebebiyle, daha fazla dayanamadı. İngilizler 1917’de Kudüs’e girdiler. Filistinlilerin «büyük felâket» diye tavsif ettikleri kara günlerin kapısı böylece açılmış oldu.
Osmanlı birlikleri çekilirken, İngilizler şehre hâkim oluncaya kadar emniyetin sağlanması için bir manga asker bırakırlar. Tarihçi İlhan BARDAKÇI, takriben 50 sene sonra Kudüs’ü ziyaret ederken, bu mangadan kalan bir askerle karşılaşır. Onbaşı Hasan, Mescid-i Aksâ’nın merdivenlerinde hâlâ nöbete devam etmektedir. Hâkim olduğu coğrafyayı vatan belleyen, bu vefakâr Anadolu çocuğunun şahsında âbideleşen Osmanlı, Filistin’i de asırlarca sulh ve sükûn ile idare etmiştir.

Nitekim, Filistin Müftüsü başlarına gelenlerle alâkalı olarak şunları söylüyor: “Hayret ederim; Sultan Abdülhamid, yalnız başına, Yahudi denen bu güçlerle nasıl savaşmış, otuz üç sene nasıl dayanmış? Ne kuvvetli îmanı varmış.”

Herzl, hâtıratında; “Dokuz sene sultanın peşinde koştum, etrafında dolaştım, ancak beş kere görüşebildim. Saray erkânını elde ettim, hepsiyle ahbap oldum. Buna rağmen bir şey elde edemedim. Bu adam beni dertli etti.” diyor.

Fakat geçen yıllar ile Kudüs’ü mahzun eden hâdiseler yaşandı. Mescid-i Aksâ, bugün İslâm âleminin izzet ve haysiyetinin sembolü hâline gelmiştir. Yapılan zulümler, akan kan, Mescid-i Aksâ’yı yıkma yolundaki faaliyetler dünyanın umurunda bile değil.

Peki ya İslâm dünyası?

Kudüs’ün ve Filistin’in maruz kaldığı terör, işkence ve katliam, İslâm dünyasının ne kadar gündemindedir? Kudüs’ün müdafaası, yalnızca, büyük bir zindanda çok zor şartlara mahkûm Filistinlilerin meselesi midir? Osmanlı gibi büyük bir devletin mirasçıları olan ülkemiz bu hususta daha fazla inisiyatif kullanma gayretinde olmalı değil midir?

Fert olarak bizlerin de en azından kalplerimizde o mahzun mîrac hâtırasının çok derin bir yeri olmalı değil mi?

Kudüs mazlum… Kudüs mahzun…

Kölesiyle kendisi arasında bile eşsiz bir adalet sergileyen Hazret-i Ömer’i özlüyor.

Kendisini Haçlı vahşetinden kurtaran Selâhaddin’i özlüyor.

Selâmet içinde geçen Osmanlı asırlarını özlüyor…

Kudüs bugün Çanakkale’nin yiğitleri gibi, o kahramanları da kendine hayran bırakacak yeni kahramanlarını bekliyor:

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıçaslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın!

(Mehmed Âkif)

* Rehber Ansiklopedisi, İhlâs Matbaacılık A. Ş. İst., c. 12, sh. 22