Hazret-i Ali Dönemi 1 (656-660) – HALÎFE SEÇİLİŞİ

Ahmet MERAL

Hazret-i Osman’ın şehid edilmesi üzerine Emevî ailesine mensup olanlar Medine’den süratle uzaklaşmış ve şehir tamamıyla isyancıların hâkimiyetine girmişti. İslâm devletinin yönetimi bu kargaşa içerisinde bir hafta kadar boş kalmıştı. Medine halkı ve isyancılar, Hazret-i Sa‘d bin Ebî Vakkas, Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr bin Avvâm’a İslâm devletinin başı olarak halîfe olmaları için ayrı ayrı müracaat etmişlerdi. Ancak ileri gelen sahâbenin hiçbiri büyük bir karmaşanın yaşandığı siyasî belirsizlik ortamında bu zor görevi üstlenmek istememişlerdi. Çünkü vilâyetlerden gelen zorba isyancılar hâlâ hâkimiyetlerini sürdürmekte, karışıklıklardan medet uman bir takım çıkar çevreleri de çıkabilecek imkânlar için pusuda beklemekteydi.

Bu keşmekeş ortamından çıkabilmek için önde gelen sahâbîler Medine mescidinde bir araya gelerek müzakerelere başladılar. Bu mecliste Hazret-i Ali kendisine ısrarla teklif edilen halîfelik görevini reddetmiş: “Beni halîfe değil, kendinizden biri yaparsanız daha rahat edersiniz.” diyerek bu görevi orada bulunan Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr’e yöneltmişti. Ancak gerek ileri gelen sahâbenin, gerekse isyancıların ağır baskıları sonucunda hilâfet görevini kabul etmek zorunda kalmıştı. (Haziran 656)

Hazret-i Peygamber’in vefatında 34 yaşında olan Hazret-i Ali, halîfe seçildiğine 58 yaşlarında bulunuyordu. Ali bin Ebî Tâlib’e ilk biat edenler Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr olmuş, ardından Medine halkı da ona bağlılığını bildirmişti.

Hazret-i Ali, seçilişinin ardından halka kendi yönetim anlayışının ayırıcı özelliklerini ve takip edeceği yöntemi anlattığı bir hutbe okudu. Rasûlullah dönemindeki ekonomik ve siyasî anlayışların bazı köklü değişimlere uğradığını, mü’minlerin kâinata, hayata ve eşyaya bakış açılarında önemli kırılmalar olduğunu, temel değerlerin sarsıldığını dile getiren Hazret-i Ali, topluma; yeniden Peygamber çizgisi istikametinde bir siyaset takip edeceği işaretlerini verdiği hutbesinde şunları söylemişti:

“Hiç şüphe yok ki, şânı yüce Allah, insanları kurtuluşa götüren bir kitap indirdi. Bu kitabında hayrı ve şerri açıkladı. Öyleyse hayra sarılın, şerri terk edin. Farzları Allah için yerine getirin, sizi cennete götürsün. Allah aşikâr olan bir haram koydu ve Müslüman’ın hürmetini bütün haramlardan daha ileride tuttu. İhlâsa ve Müslümanların birliğine önem verdi. Müslüman, hak edilen durumlar dışında, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. Müslüman’a eziyet vermek, ancak eziyetin vacip olması halinde helâl olur. Umumun işini görmek için koşuşun. Özellikle ölenlerinize son hizmeti yerine getirin. Zira insanlar önünüzden, kıyâmet ise arkanızdan sizi kuşatmıştır. Güçlük çıkarmayınız ki, ayıplarınız gizli tutulsun. Zira insanlar başkalarına bakarlar. Allâh’ın kullarına kötü davranmaktan kaçının. O’ndan korkun. Üzerinde bulunduğunuz topraklardan ve hayvanlardan sorumlusunuz. Yüce Allâh’a itaat edin ve O’na isyanda bulunmayın. Hayır gördüğünüzde onu alın, şer gördüğünüzde ise terk edin. Hatırlayın, bir zamanlar siz yeryüzünde az ve güçsüz idiniz…” (Nehcü’l-Belâğa)

CEMEL VAK’ASI (656)

Hazret-i Ali’nin halîfeliği, Emevî ailesi tarafından kabul edilmemişti. Özellikle Şam Valisi Muaviye bin Ebû Süfyan, Medine’den kaçıp yanına sığınan Emevî ailesiyle birlikte meşrû halîfeye muhalefetin başını çekiyordu. O, Hazret-i Osman’ın kātillerinin yakalanıp cezalandırılmamış olmasını en önemli gerekçe göstererek Hazret-i Ali’nin hilâfetini tanımayacağını ilân etmişti.

Hazret-i Ali hilâfet dizginlerini eline alır almaz, kendinden önceki dönemde halkın şikâyetlerinin yoğun olduğu yöneticileri değiştirmeye başladı. Tayin ettiği yeni valilerin bazıları yeni görevlerinin başına geçerken Şam valisi Muaviye, halîfenin gönderdiği yeni valiyi Şam’a sokmadı.

Muaviye, Hazret-i Osman’ın şehâdetinin doğurduğu hüzünlü ortamda, muhalefetini kendince meşrû ve masum bir temele dayandırıyor, Hazret-i Osman’ın kanını dâvâ ediyordu. Hazret-i Osman’ın kanlı gömleği ve eşi Naile’nin kesik parmakları Şam mescidinin minberine asılmıştı. Bu keşmekeş içinde siyasî ağırlığı olan bazı ashab ile Hazret-i Peygamber’in eşi ve mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe de Hazret-i Ali hilâfetine ters düşmeye başlamıştı. Halîfe Hazret-i Ali kātilleri korumak ve saklamakla itham olunuyordu.

Bu arada Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr de Hazret-i Ali’ye gelerek Hazret-i Osman’ı öldürenlerin kısasla cezalandırılmasını istemişlerdi. Oysa ne Hazret-i Osman’ın eşi Naile, ne de Hazret-i Ebûbekir’in oğlu Muhammed, Osman’ın kim tarafından öldürüldüğüne şahitlik edemiyordu. Sayıları binleri bulan bir kalabalık; «Osman’ı hepimiz öldürdük!» diyordu. Daha da önemlisi, ayaklanmayı gerçekleştirenler hâlâ Medine’de hâkim durumdaydılar ve bu işi hep birlikte yaptıklarını söylemekten kaçınmıyorlardı. Bu tavırları, onların kesinlikle kendi aralarındaki gerçek kātilleri teslim etmeye râzı olmayacaklarını göstermekteydi. Üstelik halîfenin şehre tamamen hâkim durumda olmayışı, âsilerle hemen başa çıkamayacağı çok açıktı. Bu durumda ortalığın yatışmasını beklemek en doğru yol olarak gözüküyordu. Nitekim Hazret-i Ali, Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr’e; “Kardeşlerim, yapılması gerekenleri ben de biliyorum; fakat isyancılar şehre hâkimdir, durum müdahale için uygun değildir. Bana yardımcı olunuz, işleri hâl yoluna koyalım, sonra gereğini yaparız!” demişti. Yeni halîfeyi bu karara sevk eden bir diğer etken de kendisine yalnız Medine’de biat edilmiş olması ve diğer vilâyetlerdeki durumun henüz netleşmemiş olmasıydı.

Emevî ailesinin oyunlarının da tetiklediği Cemel Vak’ası bu nazik ortam içerisinde gerçekleşti. Çok geçmeden Hazret-i Osman’ın kanlı gömleğiyle sembolleşen duygu sömürüsü ilk meyvesini verdi ve Hazret-i Âişe halîfeye bayrak açtı. Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr de Hazret-i Âişe’nin yanında hareket ettiler. Bu üç sahâbînin daha önce Hazret-i Osman’ın bazı uygulamalarına karşı çıktıkları, muhalefet ettikleri Medine halkınca da biliniyordu.

Hazret-i Âişe önderliğindeki hareket giderek büyümüş, Yemen valisi de elindeki beytülmalle onlara iştirak etmişti. Hazret-i Âişe, Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr, Basra’ya giderek Hazret-i Ali’ye karşı kuvvet toplamaya başladılar. Hazret-i Ali bunlara önce nasihatlerde bulundu. Boş yere Müslüman kanı dökülmemesini istiyor ve fitneyi önlemeye çalışıyordu. Denediği birçok barış teşebbüsünden de sonuç alamayınca Medine’den ayrılarak Kûfe’ye geldi. Aslında Muaviye üzerine gitmeye hazırlanırken mecburî olarak Basra üzerine yürümek zorunda kalmıştı.

İkiye bölünen Basra halkını birleştirmek ve fitne alevini söndürmek amacıyla oğlu Hazret-i Hasan ve Ammar bin Yâsir’i şehre elçi gönderdi. Kendisi de içinde yetmiş Bedir savaşçısının bulunduğu ordusuyla Basra önlerine geldi. Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ile görüşüp bu anlamsız sürtüşmenin önüne geçmek istediyse de sonuç alamadı. İki ordu arasında meydana gelen savaşın ağırlık merkezi Hazret-i Âişe’nin bindiği devenin çevresiydi. Bundan dolayı bu savaşa «Cemel Vak’ası» denmiştir. Hazret-i Zübeyr, Hazret-i Ali’nin kendisine: “Rasûl-i Ekrem’in: «Sen Ali’yle haksız olarak savaşacaksın!» dediğini hatırlıyor musun?” diye sorması üzerine, bu sözü hatırladı ve savaş alanından çekildi. Ancak Medine’ye dönerken yolda kendi ordusundan Amr bin Cermus tarafından öldürüldü. Diğer sahâbî Hazret-i Talha da kendi ordusunda bulunan Mervan bin Hakem tarafından; “Osman’ı öldürenlerden biri kaçtı, biri de ayrılmak üzere.” diyerek okla öldürüldü. Geçmişte Hazret-i Osman’ın kâtibi olan Mervan, Hazret-i Osman’ın öldürülmesine yol açan olayların da baş aktörlerinden biriydi. Bu şahıs Emevîler döneminde 684 yılında halîfe olacaktır.

Savaş sonucunda Hazret-i Âişe ve taraftarları yenildi. Ancak bu savaşta çoğunluğu yenilen taraftan olmak üzere iki taraftan yaklaşık 15 bin kayıp verildi. Hazret-i Ali, Hazret-i Âişe’ye hürmet ve saygı göstererek onu kendi yanında çarpışan kardeşi Muhammed bin Ebûbekir ve hanımlardan oluşan bir heyetle Medine’ye yolcu etti.

Şüphesiz, bir hiç uğruna ve küçük kırgınlıklarla başlayan bu kavganın en önemli saikı Şam’da siyasî ve ekonomik palazlanmasını tamamlamakta olan Emevî ailesinin siyasî hırsıdır. Bunun doğru olarak tespiti, ilerideki olayların açıklanmasına da yardımcı olacaktır. Asr-ı saadetin şerefli sayfalarına kara leke düşüren bu hâdise, İslâm dünyasını sarsan iç savaşların da başlangıcını teşkil etmiştir. Hazret-i Ali savaş sonrası Medine’ye dönmeyerek hilâfet merkezini Kûfe’ye taşıdı.

Hazret-i Âişe’nin daha sonraki dönemde bu savaşa katıldığına pişman olduğu, ömrünün sonlarına doğru ağlamaktan gözlerini kaybettiği rivayet edilmiştir.