İki Kanatlı Eğitim…

M.Ali EŞMELİ

Bu yıl eğitim sezonu Ramazân-ı şerifle birlikte başladı.

İki eğitim mevsimi iç içe, ayrı bir güzellik ve bereket oluşturdu. Aynı zamanda ömür kitabımızı nasıl doldurmamız gerektiğine örnek bir yapı tecellî etti. Dünya fakültesi ile âhiret fakültesi aynı üniversitede kendiliğinden el ele verdi.

Eğitimde iki kanatlı olmanın zaruretini bir kez daha hatırladık. Çünkü insan hem dünyayı hem de âhireti yaşayacak. Sadece birine göre adım atması, onun tek kanatlı kalması ve başarısız olması demek. Demek ki asıl ve tam eğitim, iki kanatlı gerçekleştirilebildiği zaman tecellî ediyor.

Şu hâlde;

Fânî ömrün ikbali için sorduğumuz soruları, taşıdığımız endişeleri, çektiğimiz sıkıntıları, önümüzdeki sonsuz ömre de aynen yansıtmaya mecburuz. Soralım:

Birine ne kadar hevesli, diğeriyle ne kadar ilgiliyiz? Birinde ne kadar ısrarcı, diğerinde ne kadar azimliyiz? Her ikisinde de Ramazan davulcusu kadar olsun bir gayret ve sebatımız var mı? Her ikisinin neticesinde de gerçek bir bayram görünüyor mu?

Cevap vermeden önce Hazret-i Mevlânâ’nın şu mânidar davulcu hikâyesine bir göz atalım:

Birisi bir kapının önünde sahur davulu çalıyordu. O büyük bir evdi, sahibi de, eşraftan, büyüklerden birisi idi. Gece yarısı aşkla, şevkle davulu çalarken, birisi ona dedi ki:

“–Ey bir karşılık, bir bahşiş, bir yardım bekleyen davulcu! Önce şu davulu sahur vaktinde çal, gece yarısı, onu bunu rahatsız et¬mekte bir mânâ var mı? Ey davul çalmaya hevesli kişi, bir de şunu anla ki bu evde kimsecikler yok! Burada şeytandan, periden başka kimse yok. Zamanını ne diye boş yere harcarsın?

Davulu birisi duysun diye çalıyorsan, duyacak kulak nerede? Anla¬mak için akıl gerek, akıl kimde var?”

Davulcu hiç istifini bozmadan şu cevabı verdi:

“–Şu saat, şu an, senin için gece yarısı ama benim için mutluluk zamanı, eğlence, neşe zamanı. Ne demişler: «Git gönül kapısında otur, bekle, çünkü o gizlenen sevgili, ya gece yarısı gelir yahut da seher vak¬ti gelir.»

Ey akıllı kişi! Nil nehrinin suyu, senin gözüne kan gibi görünür ama bana öyle görünmez. Benim gözümde o kan değildir, sudur.

Bildiğin demir, tunç, senin için demirdir, tunçtur. Ama Dâvud Peygamber’in eline gelince onlar yumuşar, mum kesilir.

Sana göre küçük kırık taş parçaları suskundur, fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önünde fasih bir dille Allâh’a hamd ederler.

Sana göre Medine’de Peygamber’in mescidindeki hurma kütüğü can¬sızdır. Ölü bir ağaç parçasıdır. Fakat o kütük Peygamber’e âşık olmuş, ondan ayrı düşünce ağlamaya, inlemeye başlamıştır.

Unutma ki Allah nûru ile nurlanan kişi, dostun evini boş görmez, orasını dopdolu görür. Hâlbuki, içi adamlarla dolu, kalabalık nice saraylar vardır ki, işin sonunu görenlerin gözlerine bomboş görünür.

Kimi istersen Kâbe’de ara da, o hemen senin gözünün önünde belirsin.

Bütün varlıkların en güzeli, en üstünü olan kâmil insanın gönlü, nasıl olur da Allah evi olmaz, bomboş bulunur?”

Davulcu devamla dedi ki:

“–Kokusundan anladım ki, bu köşk, bu saray can meclisinin kurulduğu yer¬dir. Bu sarayın toprağı kimyadır. Ben de bakır gibi değersiz olan varlığımı, ömrüm oldukça onun lütuf ve himmet kimyası ile altına çevirmeye uğraşıyorum. Kusurlarımdan kurtulup iyi bir insan olmaya çalışıyorum.

Kimi belâlara katlanmakta, Eyyûb’e benzer. Kimi de felâketlere sabretmekte Yâkub’u hatırlatır.

Yüz binlerce halk, mânâ susuzluğu içindedir. Suya muhtaçtır, yok¬suldur. Allah için ümide düşer, çalışır, çabalar. Ben de suçları bağışlayan Allah için bu kapıda davul çalıyorum, benim de ümidim onda.”

Bu davulcu bir sembol, elindeki davul da. Başarının kapısında gayret ve istekli olmanın ikili örneği. Ümidin ve çalışıp çabalamanın sesi, ancak o davulcunun sebatı ile yükselen bir ses. O ses, başarının ta kendisi.

Fakat roller değişirse iş kötü. Yani insan, o sebatkâr davulcu gibi değil de gönlü bomboş bir davul kesilirse, ondan çıkacak ses, ancak feryattır. Böylelerine Hazret-i Mevlânâ, keskin konuşur:

“Ey gönülleri olmayan boş davullar! Can bayramından payınız, ancak tokmak yemektir.”

“Kıyâmet bir bayramdır. Dinsizler de o bayramın davuludur. Biz de gül gibi açılıp gülen bayramın halkı gibiyiz.”

Mevlânâ’nın hitabı, tek kanatlı eğitimle içi boş kalan kimseler için. Çünkü tek taraflı eğitim, insanı bütün olarak inşa edemiyor. Hele ilâhî kitaptan mahrum kalındığında insanın kalbî hayatı da, ticarî hayatı da, aile hayatı da, içtimâî hayatı da hep yaralı ve noksan kalıyor. Ayrıca kıyâmet gününde Kur’ân’ın şefaat ve şahadetinden mahrumiyet de cabası.

Bunun için insanı bizzat Yaratan ikaz etmekte:

“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)

Hadîs-i şeriflerde de şöyle buyurulur:

“Kur’ân, bir ucu Allâh’ın, diğer ucu da sizin elinizde olan ip gibidir. Ona sıkıca sarılın, işte o zaman sapıtmaz ve helâk olmazsınız.” (Beyhakî)

“Her kim Kur’ân’ı öğrenir de (mushafı asar) ilgilenmez, bakmaz (istikametlenmez) ise, kıyâmet günü (Kur’ân) gelir, yakasına sarılır: «Yâ Rabbi bu kulun beni hapsetti. Beni terk edip uzak kaldı. Benimle amel etmedi. Benimle onun arasında Sen hüküm ver!» der.” (Âlûsî)

Bu ifadeler ışığında Hazret-i Ömer, şu nasihatte bulunur:

“…Gücünüz yeterse Kur’ân’ın sizlere şefaatçi olmasını, hasmınız olmamasını temine çalışınız. Zira Kur’ân’ın şefaat ettiği kimse cennete, dâvâcı olduğu şahıs da cehenneme gider. Biliniz ki bu Kur’ân hidayet menbaı ve ilimlerin en parlağıdır. O, Rahman’dan gelen ve kendisiyle kör gözlerin, sağır kulakların ve kilitli kalplerin açıldığı en son kitaptır…” (Ali el-Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-ummâl, Beyrut 1985, II, 285-286/4019.)

Hâsılı mahşer gününde:

“Peygamber (kıyâmet günü) der ki: «Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk etti.»” (Furkan, 30) şeklindeki acı şikâyetin içinde yer almamak lâzım.

Eğer bu şikâyetin içinde yer alırsak, ömür de boş, ilim de.

Ancak:

“Kıyâmet günü Kur’ân kime şefaat ederse, o kişi kurtulur…” (Müslim) müjdesine nâil olursak, o zaman her şey mânâlı…

O zaman iki kanatlı bir kuş olup cennete uçmak mümkün.

İki kanat…

Sadece mahşerde değil, yaşadığımız her nefeste, her sahada, her meslekte, herkese lâzım.

Elbette ki;

Doktor olmak güzel, fakat vicdan şartıyla. Zengin olmak güzel, cömertlik şartıyla. Hoca olmak güzel, gayret şartıyla. Tüccar olmak güzel, dürüstlük şartıyla. İdareci olmak güzel, adâlet şartıyla. İbadet ehli olmak güzel, takvâ şartıyla. Âlim olmak güzel, irfan şartıyla. Dost olmak güzel, acıları da paylaşmak şartıyla. Hakikati yazmak, konuşmak güzel; yaşamak şartıyla. Ramazanlar, bayramlar güzel; garipleri ve yetimleri sevindirmek şartıyla. Tebessüm etmek güzel, ağlayanlara mendil olmak şartıyla. Güzel sıfatlı her şey güzel, tabiî ki başkalarına yansıtmak şartıyla…

Bütün bu şartları gerçekleştirmenin tek şartı da, iki kanatlı eğitim.

O zaman her şeyin, hattâ kederlerin bile neticesi, ayrı birer bayram.

O zaman küçükten büyüğe insanda bir başka yetişmişlik, güzellik, olgunluk, ahlâk-ı hamîde, paylaşma, diğergâmlık, ikram ve infak, sevgi ve saygı, dört mevsim meyve verir.

Bu gerçeğe, bir Ramazan umresinde Medine’de yaşadığım şu taze hâtıra, unutamadığım bir misal:

Akşam ezanına yirmi dakika kalmıştı.

Ravza’ya doğru hızlı hızlı gidiyordum. Daha dış avlu girişinde sıcak ve candan bir ses:

“–İftar soframıza buyurun!” dedi.

Baktım, orucun nûru yüzüne aksetmiş bir çocuk. Ne olur davetimi kabul et, der gibi koluma sarıldı. Fakat gitmem gereken bir sofra vardı. Aynı muhabbetle teşekkür ettim. O, umursamadı bile:

“–Hayır, sizi bizim soframıza götüreceğim.”

Dedim ki:

“–Arkadaşlarımın sofrasına gidiyorum.”

“–Her zaman gidersiniz! Bugün de bizim soframıza buyurun!”

“–Ama onlarla görüşmem lâzım.”

“–İftardan sonra görüşürsünüz!”

Hem yürüyor, hem konuşuyorduk. Çocuk, beni kendi sofralarına götürmeyi kafasına koymuştu. Ne desem, şaşılacak bir kıvraklıkla mantıklı bir cevap veriyordu. Zaruretim olmasa, davetini seve seve kabul edecektim. Fakat elimde, gideceğim sofraya götürülmesi gereken bir emanet vardı. Zekî çocuk, yine de bana davetini kabul ettirmek için çırpınıyordu. Ravza’nın kapısından girerken âni bir heyecanla sordu:

“–Adınız ne?”

“–Muhammed Ali.”

“–Benimki de Hamza. Bu durumda bize gelmek zorundasınız.”

“–Niçin?”

“–Çünkü Muhammed ile Hamza akrabadır. Arkadaştan daha önce gelir.”

Mest oldum bu ifadeye. Onun, tanımadığı bir kimseye arkadaşlarından daha yakın bir akraba canlılığı içerisinde ve koca koca medeniyetlere örnek olacak bir kıvamda sergilediği İslâm kardeşliği, gözlerimi yaşarttı. Sarılıp alnından öptüm. Sonra sordum:

“–Kaç yaşındasın?”

“–On.”

“–Çok hünerlisin maşallah.”

Gözlerinin içi güldü. Bir anda kırk yıllık dostlar gibi olmuştuk. Bu arada bizim soframıza da hayli yaklaşmıştık. Elimdeki emaneti götürmek mecburiyeti olmasa, Hamza’nın sofrasına can atacaktım. Fakat hocama götüreceğim bir emanet vardı. Dedim ki:

“–Hamza, size seve seve gelmek isterdim. Fakat hocama bir emanet götürüyorum.”

Yaşı küçüktü, ama aklı büyüktü. Meğer terbiyesi de büyükmüş. «Hocam» ve «emanet» kelimelerini duyunca dedi ki:

“–O zaman başka!”

Bir kez daha takdir ederek bu defa ben onu davet ettim:

“–Hamza, sen bizim soframıza gelsen!”

Teşekkür etti. Çünkü onun da bir vazifesi vardı. İkimiz de gönül râzılığı ve muhabbeti içerisinde kucaklaştık.

Hamza, yanımdan ayrıldıktan sonra on adım ötede bir başka misafirin kolundan tutmuştu bile…

Bu belki küçük bir misal…

Fakat iki kanatlı terbiyenin büyük bir yansıması.

Bu yansımadan mahrum eğitimlerde bütün hüner, sadece dillerde kalır. İcraata aksedemez. Oysa:

İşbu dillerde değil, iş günü, ellerde hüner,
Lâf gerekmez bize, eller dile gelsin, bu yeter.

Aldanırsın, kişinin bakma dilinden gelene,
Göz kesil, ustaca bak, önce elinden gelene…

İşbu dilden gelenin birçoğu elden gelmez,
Gelmeyenden yana gündüz gece yüzler gülmez!..

Dile yüklenme gönül, kimsede yoktur kemiği,
Dil değil şekle sokan, usta bir eldir çeliği…

Şâh-ı devran kesilir lâf ile dünyâya köle,
İş hüküm sürmeye gelsin, ne gelir dilden ele?

Dile baksak, yapılanlar görünür pek şişkin,
Patlatır bir küçücük iğne, bozulmaz pişkin…

Dili mâhir kişi, ancak eli mâhir kişidir,
Ta ezelden kişinin kıymeti zîrâ işidir…

Dışı yaldız, içi maltız dile yapmak yatırım,
Boş hayâl uğruna dâvâyı tamâmen batırım…

Boşa nîçin dile düşsün sapasağlam iki el?
Niye alnın kuru olsun da gözün döksün sel?

Taç giyersin; tutuver, dilde değil, elde öğüt,
Ey küçük! Gakça değil, kendini sen hakça büyüt!

Yedi deryâda yücelten elidir her reisi,
Ne demişler; yürümez lâf ile peynir gemisi…

Apse yapmış dişe boş lâfla tedâvî ne yazar?
Eli değmezse tabîbin, sızılar kazma kazar!

Tuzlu bir derdi eritmez çenenin bal şekeri,
Dil şişirmez, yedi yerden gözü patlak tekeri…

Çok da bilsen, iki kez dinleyerek bir söyle,
Bin çalış, ellerinin mührünü göster ecele…

Yaşatır sonsuza dek varsa eğer bir eserin,
Dil değil, el de değildir, eserindir değerin!

Ele dâir hünerin yoksa senin, kes dilini,
İş gücün, dilden ibâretse eğer çek elini!

Yaz biterken güze sor; dil mi yaman, el mi yaman?
Var mı eylülde ağustos böceğinden bir şan?!.

Kederimden ne deyim bunca kelâm eyliyorum,
Dili balyoz gibi bir el yaparak söylüyorum;

Dili oynaklara hiçbir tokadın faydası yok,
Bin kez etsen de nasîhat, payı yok, paydası yok!

Yuh! Nasıl dendi rezil kargaya hem söz Yunus’u?
Boğdu kaç gerçeği hep böyle yalan okyanusu!

Yapmadan yaptı görünmek, yedi kat âfet-i dil,
O dilin methi de Seyrî, başa taştır, iyi bil!..

Hangi iş lâfla yapıldıysa harâb oldu sonu,
Atıver çöplüğe, çöplük bile lânetler onu… [Seyrî]

Kısacası dil de el de iki kanatlı olmalı.

Kıymeti her zaman yüksek de olsa bu iki kanatlı eğitim meselesi, maalesef bugün, pek çok gafilin nazarında revaçtan düşmüş vaziyette. Hâlbuki dünyaya yön veren, kıt’adan kıt’aya cirit atan kahraman ecdadımız, bu özelliğiyle tarihe geçti. Zaferden zafere koşabildi. Eskimez tabiriyle «zülcenâhayn», yani iki kanatlı olmak, ilimden idareye dek her alanda müstesna ve seçkin bir keyfiyet ve seviye oldu. Bu, büyüklüğün, kuvvetin, derinliğin, enginliğin ve âbide şahsiyet olmanın en belirgin vasfı idi. Biliyorlardı ki:

Tek kanatlı kimseler kalır yolda perîşan,
Yedi kat gökte uçar iki kanatlı insan… [Seyrî]

Tek kanatlılığın arttığı bir ortamda iki kanatlı yetişenlerin ve onları yetiştirenlerin bayramları iki kez mübarek olsun!