Selâmete Çıkmak İçin…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

Selâmet, kültür dünyamızın mühim kavramlarından biridir.

Selâmet, sağlıklı olma, esenlik; tehlikelerden uzak olma, güvenlik; kurtuluş, düzgünlük, sağlamlık mânâlarını ihtiva eden, hayli şümullü bir kelimedir.

Milletimiz vefat eylemiş mü’minlere Allah’tan rahmet dilerken, hayatta olanları andığında; «Allah selâmet versin.» diye dua eder. Yanlarından ayrılanları, «Selâmetle!» diye uğurlar, seferden «sağ-sâlim dönmeyi», bâdireleri «sağ-sâlim atlatmayı», belâ ve musibetlerden, zor durumlardan «sağ-sâlim çıkmayı» diler. Ne de olsa «selâmeti dua etmekte buluruz».

Selâmet, dinimizin adı olan İslâm’ın köklerindendir. Allâh’ın güzel isimlerinden biri olan Selâm; “her çeşit ârıza ve hâdiselerden sâlim kalan; her türlü tehlikeden kullarını selâmete çıkaran; cennetteki bahtiyar kullarına selâm eden…” mânâlarına gelir. Birbirimize selâm vermemiz de karşılıklı selâmet temennîsidir. Selâm ve silm barış mânâsına da gelir ki, o da savaş, çatışma gibi bozucu hâllerin bulunmadığı, esenlik, salâh ve felâh hâlidir. Cennetin bir adı da azaptan, gazaptan, ateşten kurtuluş yurdu anlamında Dârusselâm’dır.

Selâmet kökünden türetilmiş «selîm» ise, “selâmetini yitirmemiş olan, maddî-mânevî kusuru olmayan, sağlam, doğru” mânâlarındadır;

Hangi dilde zâhir olsa nûr-i Hak,
Gıll u gıştan cümleten olur selîm (Bursevî)

Selîm, hem şahıs ismi olarak kullanılır hem de, fıtrat, tabiat, akıl, zevk, havass (duyu organları), idrak, muhakeme, fikir ve kalp gibi insan teçhizatının sıfatı olarak kullanılır. Fıtrat-ı selîme, akl-ı selîm, zevk-i selîm gibi.

Bunlar, zikredilirken hususî olarak selâmet içinde olma şartının vurgulanması mühimdir. Zira bu maddî-mânevî organlar hastalıklı ve arızalı olabilirler.

Meselâ görme duyumuz, doğuştan bir renk körlüğü yahut sonradan katarakt gibi bir hastalıkla malûl hâle gelmişse, onun müşâhedelerinin doğruluğunu kabul edemeyiz.

Akıl, insana doğruyu gösteren, doğruyu yanlıştan ayırt eden bir kuvvedir, fakat akıl, akl-ı selîm değilse, cerbeze, vesvese, ifsat edici felsefe gibi telkinler altında selâmetini yitirmişse, mıknatıs tesirindeki pusula gibi artık doğru yönü göstermez.

Zevk, eğer selîm bir zevk ise, güzeli çirkinden ayırt eder, sanat eserleri vücuda getirir. Ama selâmetini yitirmişse çirkinlikleri güzellik diye ortaya koyup; «Zevkler ve renkler tartışılmaz!» yavesinin arkasına sığınır.

Bu hassaların selâmet içinde bulunmalarını sağlamak da terbiye erbabının işidir. Tıpta nasıl, koruyucu hekimlik, tedavi etmekten çok daha mühim ise, eğitim faaliyetlerinde de, menfî şeylerden korumak, müspet şeyler yüklemekten önceliklidir.

Bir başka bakış açısı ise sağlıklı bir eğitimi; “menfî yönden etkilenemez (veya çok az etkilenir) hâle gelinceye kadar müspet şekilde etkilemek” olarak tarif eder. Hayırla dopdolu olanlar, şerle birleşik kaplar misali bir temasa geçse bile, şer almak yerine hayır verirler.

Kur’ân-ı Kerim’de şeytanın, ihlâs ile mücehhez olmuş kullara hiçbir tesirinin olmayacağı vurgulanmaktadır. Yine namazın insanı, her zaman karşılaşabileceği fenalık ve kötülüklerden alıkoyacağı belirtilmektedir. Bir ayna gibi olan ve isminde bile «kalbolmaya», dönüşme ve değişmeye kābil olduğunun işareti olan kalbi, bozuk manzaralardan sâlim kılmanın yolu, elbette onu güzellikler içinde tutmaktadır.

Günümüzde maalesef eğitim kurumlarımız, eğitimin bu selâmeti muhafaza yönünü ihmal etmiş durumdalar. Özellikle evlâtlarının eğitimi için evinde ve çevresinde gayet sağlıklı, nezih bir vasat hazırlayan anne-babalar için okullar göz korkutucu bir mahiyet arz etmektedir.

İnsanlar bilgi için, tahsil için, meslek kazandırmak için çocuğunu okula gönderiyor. Fakat nezleyi tedavi için gidilen hastanede verem kapmak misali, okulun nâmüsait şartları verdiğinden fazlasını alıyor.

Bu sebeple eğitimciler, çevre şartlarını bozucu değil ikmal edici hâle getirmeye çalışmalı, anne-babalar da eğitimin tahsilden ibaret olmadığını idrak ederek, özel ve yaygın eğitim desteğiyle çocuklarının zevk/akıl/dil/kalp selâmetini gözetmelidir.

Bu yolda yapılacak işler gayret, himmet ve en başta sabır ister. Sabır acıdır ama atalarımızın dediği gibi sonu selâmettir:

Sabrın sonu selâmet,
Sabır hayra alâmet.
Belâ sana kahretsin;
Sen belâya selâm et! (Necip Fazıl)

Selâmet, nefsin kötülüklerinden, şeytanın vesveselerinden ve neticede ateşten selâmettir. Hazret-i İbrahim, dünyada iken ateşe atılmış, fakat ateş Hakk’ın emriyle ona «berden ve selâmâ (serin ve selâmet)» olmuştur. Onu ateşten koruyan, elbette rahmet-i ilâhiyeyi celbeden, îman, teslimiyet, samimiyet, hasbîlik gibi cevherlerdir ki, bunlar ancak selîm bir kalpte yer bulabilir.

Peygamber Efendimiz kalbin bir özelliğine dikkatleri çekmiştir. Kalp salâh bulur, selâmette olursa, bütün beden selâmette olur. Hadîs-i şerîfi manzum bir tercümeyle verelim:

Vardır vücutta bir uzuv, insâna can verir:
Şâyet o sağlam olsa, selâmet bulur beden;
Ammâ o hasta olsa, perîşân olur beden.
Dikkat edin, o uzvumuz ancak şu kalptir. (Tâlî)

Kalbin bu hususiyeti, beden sıhhati açısından nasılsa rûhî ve uhrevî selâmet bakımından da aynıdır. Selîm bir kalp, insanı selâmete kavuşturacak tek şeydir:

Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler,
«Yevme lâ yenfa’u»da kalb-i selîm isterler.

(Bağdatlı Rûhî)

Selâmet, arınma, tertemiz olmaktır; peki kalbimiz ne tür pisliklerden, menfîliklerden selâmet bulacaktır? Cevabını Hüznî’nin niyazında bulmak mümkün:

Kābe Kavseyn sâhibinin yüzü suyu hürmeti
Hubb-ı dünyâ, mâsivâdan eyle bu kalbim selîm

Dünya sevgisi daha özlü ifade ile mâsivâ yani Hak’tan gayri ne varsa kalpte bulunması, onun selâmetini bozan bir kir ve insanın Dârusselâm’a gitmesine bir engeldir.

Selâmetini yitirmiş kalp, insanı ateşte bırakan bir pranga iken, kalb-i selîm ateşten selâmettir ve insanı nûra, selâmet yurduna götüren bir nasiptir.

Bak mahşere Seyrî, yüce paylar dağılırken,
En sevgili pay, Allah için mükrime düştü;
Nar nanköre, nur kalb-i selîm müslime düştü!..

(Seyrî)

Kalb-i selîm nasipdârlarından olmak niyazıyla…

Selâmetle…