Hasbî Sohbetlerin Önemi ve Van’dan Küçük Bir Örnek

Aydın TALAY

Yurdumuzda halk ve aydın tabakasının arasının gittikçe açılması ve hattâ uçurumlar oluşmasının çok eskiden beri devam edegelen bir vâkıa olduğu sanılmamalıdır. Osmanlı’da ulemâ halkın içinde idi.

Medreselerde her seviyede verilen ve hayatla bağdaşan derslerin yanı sıra sohbetlerin birleştirici ve kaynaştırıcı ayrı bir özelliği sadece Cuma vaazlarından ibaret değildi. Rahle-i tedrîsinde öğretimin yanı sıra canlı ve etkileyici âdâb ve sohbet; koltuk kapma ve maddî menfaat hırsını hasbî hizmete ve fertlerin pişip yetişmesine çeviriyordu. Tarihî camilerin birçoğunda görüleceği gibi hükümdar ve çevresinin bu sohbet ve dersleri yakından takip ettiği zarif kafeslerle ayrılmış «hünkâr mahfili» yer alıyordu. Konuşan, âlim, dediklerini yapan ve yaşayan insan olduğu için sözleri açık, etkileyici ve taşı gediğine koyan cinsten olması tabiî idi. İdarecilerde bu vesile ile nefis muhasebesi geliştiği gibi zaman zaman hatalar münasip bir lisanla bizzat dillendiriliyordu. Osmanlı’da inşa edilen hemen hemen bütün camilerde birbirinden zarif parmaklıklarla çevrili «hünkâr mahfili» bölümünde hükümdar bizzat bulunarak sohbetlerden faydalanır ve hattâ zaman zaman devam eden «huzur dersleri»ni teşvik eder, çetin problemleri ortaya atarak çözümünü sağlardı.

İdarî mevkilerde işin yoğunluğundan bahisle okuma ve dinlemeye fırsat bulamayanlara bir asır öncesinden bir örnek vermek gerekirse üç bakanlıkta bulunmuş olan merhum Ahmed Cevdet Paşa’nın en büyük eserlerini bakanlık koltuğunda iken verdiğini unutmayalım.

Batı taklitçiliği ile ana kültürümüzün temel dayanakları zayıflayıp birer birer çözülmeye başlayınca insanımız vahdetten ferdiyetçiliğe ve dünya-perestliğe kaydı. Yağmurun her toprak zerresini bir rahmet olarak harekete geçirmesi kadar elzem olan faydalı söz ve sohbetler yerini soğuk ve tatsız bürokratik ve protokol konuşmalarına bıraktı. Örnek yaşaması ve gayreti ile cemiyetin mimarı ve her tabakadan insanımızı yoğurup hayata hazırlayıcı konumunda olan âlim zâtlar, idarî ve istişarî alanın dışına itildiği gibi batı metotları ile yetiştirilen şair, sözde aydın ve sanatkârlar ise şato misali fildişi kulesine kapanarak halka tepeden ve hor bakmaya başladı. İdareciler kendilerini artık halktan ayrı gördükleri için onu lâyığı ile tanımayan özel kalem ve makamlar ihdas ettiler. Önceleri halkla iç içe olarak bina edilen ve problemleri çözerek onlara intikalini üslenen öğretim yuvaları uzaklarda yapılmaya başlandı. Buna rağmen her şey halk için ve halk namına teraneleri eksik olmadı. Medya ve basının çoğu zaman ana fonksiyonlarından uzaklaşması ise sözü ve sohbeti bütün bütün dama attı.

Hâlbuki ilk Müslümanların korkunç baskı ve zulüm altında olduğu sıkıntılı dönemde Dârü’l-Erkam’da toplanan bir avuç Müslüman’a Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbeti; bunalım içinde tutuşan ruhlara serinlik, tarâvet ve dirilik bahşediyordu. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri -kuddise sirruh-; Mevlânâ Şekîb-i İsfehânî’ye yazdığı mektubunda Rasûlullâh’ın bu ilk sohbetinde sahâbenin kazandığı dereceyi velîlerin en büyük makamda dahî kazanamadıklarını belirterek gerçek sohbetlerle gönüllerin birbirine açıldığını, Allâh’ın izni ile olmazların oldurulduğunu, nefislerin kayıt altına girdiğini ve gözyaşlarının kurumadığını beyan etmektedir. Hattâ tâbiînin en yüksek derecesine sahip ve yüce Peygamberimiz’in dostum dediği Üveys el-Karânî’nin bile Rasûlullah’la sohbete mazhar olamadığı için bu özelliğe sahip Vahşî’nin seviyesine dahî ulaşamadığını da kaydetmektedir. Rasûl-i Zîşan Efendimiz bu sebepledir ki; «Cemaatte rahmet ve ayrılıkta azap vardır.» buyurmuşlardır.

Toplantılar; mâlâyânî, yârenlik, dedikodu ve nutuk çekmeden uzak olup yüreklere hitap ederse sohbet olup feyiz alınacaktır. Zira menzil uzun, insan ömrü kısa, öğrenilecek ve işlenecek konular çoktur. Tarih boyu birbirinden değerli meşâyih ve büyük zâtlar böyle yetişmiş ve ilmiyle âmil olanların sohbetlerine iştirak etmek sûretiyle nefsi kötülüklerden temizlemeyi ve rûhu terbiye etmeyi elde etmişlerdir.

Yıl 1976. Özel aracımızla mukaddes Hac yolundayız. Mescid-i Nebevî’nin minarelerini gördüğümüz zaman şevkimizden aracın içinde hepimiz ayağa kalkmışız. Salevât-ı şerîfe ve tekbir getiriyoruz. Yerleşip Medine’deki görevleri yaptıktan sonra arkadaşlar Allah dostu Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri -kuddise sirruh-’un ziyaretine götürdüler. Öylesine cezbedici idiler ki sessizliklerinde bile büyük mânâlar vardı. Hâli, etvârı ile insanı mest ettiği gibi kısa ve öz sohbetleri gönüllerimizi yıkayıp temizliyordu.

Yurdumuzda ne acıdır ki yıllar süren baskı ve yasakların ardından sohbet ehline de uzun zaman fırsat verilmemiş olması feyiz ve ilim menbaı olan doğu illerini kıraç ve verimsiz hâle çevirmiştir. Irkçılık damarlarının harekete geçirilmesi, kanaate, gönül zenginliğine ve tevazua götürücü toprakla uğraşma kaynağı olan tarım hayatının çok zayıflaması, nihayet milletlerarası uyuşturucu trafiğinin bölgeden geçmesi, artan işsizlik karşısında maalesef insanımızı her yönden alabora etti.

Bütün bunları dikkate alınca halkı öz değerleri yönünden diri tutmanın yolunun ancak hasbî sohbetlerden geçeceği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Altmışlı yılların ortalarında Van’da bir kısım arkadaşlar hiçbir siyasî hedef belirtmeksizin en az yedi mahallede haftada bir akşam sohbet düzenlemeye başladılar. Belki tam bir sohbet programı olmasa da birbirine bağlı kişilerdi. Önemli ve hayatî bir konu üzerinde bıkkınlık vermeden duruluyor, bir ulemâ rehberliğinde disiplinli bir şekilde sonunda konu özetleniyordu.

Toplantıya geç gelenler için çok güzel kaideler konulmuştu. On beş dakika ile bir saat arasında toplantıya geç gelen gecikme dakikasına göre aynî yardım cezası vermek zorundaydı. Aslında bu husus programa zamanında gelmeye teşvik etmenin yanı sıra fakirlere yardım götürmeyi de hedeflediğinden ceza değil hayra tevcih etmekten ibaretti. Böylece ertesi gün tespit edilen vatandaşın iş yerine gidilerek mal olarak alınan pirinç, un, şeker ve benzeri gıda malzemesi toplanarak daha önce araştırma sonucu belirlenmiş olan fakir evlerine götürülüp dağıtılırdı. Uzun kara kış yaklaşırken odun ve kömür yardımları da ayrıca toplanıp fakirlere tevzî ediliyordu. Hele bazı arkadaşların Allah rızâsı için vakfettiği bahçelerinin ağaçları bir araya gelinmek sûretiyle kesilip, budanıp kamyonlara yerleştirilerek dağıtıma çıkarılması görülmeye değerdi.

«Komünizmle Mücadele», «Van’ı Tanıma ve Tanıtma», «Akıncılar», «Van İşçileri Dayanışma Derneği» ve benzerleri ile uğraşırken hiçbir baş olma, maddî menfaat ve karışıklık hedeflenmediği gibi tek amaç toplumu kendi kültürü ile barışık kılmak ve onlara sahip çıkmaktı. Değerli Nihat YAZAR kardeşimizi de bu toplantılardan birinde tanımıştık. Hedef açık ve seçik olduğu için sıkıntılar arkadaşlarımızı yıldırmıyordu. Akşamları eve ancak geç saatlerde gelebiliyorduk. Bir de rahmetli Nurettin EKİNCİ ile birlikte ilk talebeleri olarak ısrarı üzerine kıramadığımız Kur’ân Kursu Hocası ve Prof. M. Emin AY’ın babası merhum Aziz AY’ın sırf memur ve müdürler için açtığı fahrî Kur’ân kursu programında akşam saat 6’dan sonra ona yardım ediyorduk.

Halka açık kültür programlarımız için kira taahhüdümüze rağmen sinema salonu bulmakta güçlük çektiğimiz gibi idare binası temininde de çok zorlandığımız oldu. Halkın üzerine çöken kâbusun derecesine bakın ki kendi akraba ve çevremiz dahî bizi yadırgıyor; «Yapacak başka işiniz yok mu?» diye çalışmalarımızı küçük görüyorlardı. Zira yıllarca süren yasakçılık ve baskılar insanları kültürel faaliyetlerden bîhaber hâle getirdiği gibi bu faaliyetlerin maddî menfaatsiz olamayacağını düşünerek bazı kesimler şüphe de duyabiliyorlardı. Hâlbuki Allah rızâsı için milletimize has temel değerlerimize sahip çıkmaktan başka hiçbir emel taşınmıyordu.

VİDAD kısa adını verdiğimiz «Van İşçileri Dayanışma Derneği»nin haftalık panellerinden birinden çıkışta bir köşeye sus-pus oturmuş bir gençle karşılaştım. Arkadaşlar tanıştırıp «Cahit ZARİFOĞLU» dediler. O gün mahallemize kadar onunla yol arkadaşı olduk. Van’a nesli temiz bir kızla evlenmek için geldiğini ve neticede Arvâsî ailesinde karar kıldığını söyleyerek bu hususta tavsiyelerimi sordu. Dilim döndüğünce -Allâh’ıma hamdolsun- beni aileden kabul edecek kadar seven necip aile hakkında bilgi vermeye çalıştım ve çok münasip olacağını kaydettim. Kısa bir zaman sonra da evlendiler. Mevlâ rahmet eylesin.

Yer bulamamaktan dolayı uzun zaman bugünkü Merkez Bankası binasının yerinde bulunan kütüphanede ve Halk Eğitim Merkezinde çalışmak zorunda kalmıştık. Hattâ kültür faaliyetlerimizi Halk Kütüphanesinin dışına hoparlör koymak sûretiyle merhum Aydın ARVÂSÎ ile birlikte icra edebiliyorduk. Daha sonra hükûmet konağının tam karşısında Donat İş Merkezinin eski yerinde toprak damlı ve tek katlı bir kahveyi bulduğumuz zaman çok sevinmiştik. Fakat kiralamaya gücümüz yetmediği için çay sattırmayı garanti ederek masamızı alt köşesine ancak koyabilmiştik. Yağış kuvvetli yağdığı zaman içeri dolabiliyordu. Buna rağmen yılmadan, bıkmadan ve usanmadan çeşitli ve faydalı etkinlikler, konferans ve seminerlere aralıksız devam edildi. Dernek sayılarımız artınca kiraya yer bulma güçlüğü karşısında çalmadık kapı bırakmadık. Zira kötü örnekler ve baskı zihniyetinden dolayı kiraya yer vermekten halk çekinir hâle getirilmişti. Neticede çarşı içinde Türkoğlu Pasajına bağlı ve tek katı bitmiş geniş bir binanın üst katını inşa etme şartı ile sahibi bize kiraya verince bu kere gençliğin en ateşli yıllarında inşaatçılıkla tanıştık. Rahmetli Mustafa ÇOHAZ’la birlikte tek tek briket imalâtçılarını dolaşarak bağış briketler topladık. Usta bulduk ve yedi derneğin yan yana faaliyet gösterdiği bir katı tamamlamış olduk ama bayağı zorlanmış ve terlemiştik. Fakat ne beis vardı ki? Zira halkın teveccühü artmış hamdolsun millet faaliyetlerimize ısınmıştı. Cemiyetin faydasına hareket ettiğimiz sabit bulunduğundan çevremiz genişlemişti. Daha sonra bir kısım çevreler alın teri dökmekten ziyade hazır bulduğu gençlik üzerinde hesaplar yapmaya başladı.

Bu ve benzeri sohbet ve çalışmaların yapıldığı yıllarda unutmamak gerekir ki İslâmî eserler pek olmadığı gibi tek tük yeni çıkanlar da Pakistan ve diğer İslâm ülkeleri ulemâsının tercüme eserlerinden ibaretti. Arada bir merhum Ahmet ARVÂSÎ, Bursa ve Balıkesir’den gelip koltuğunun altında tuttuğu eserden heyecanlı bir şekilde bahseder ve köylerin birisine çekilip kitaptan birimiz okur diğerlerimiz dinlerdik. İşte merhum Mevdûdî, Muhammed İkbal, Seyyid Kutub ve benzeri mütefekkirlerin eserlerinin tercümesi böylesine velûd kıvılcımı çakarak kültür, heyecan ve idealleri kamçıladı. Daha önce yekdiğerinin gölgesinden korkup kaçan insanlar itaat ve disiplin içinde zevkle bir araya gelmeye başladılar.

İşte halkın tek şef rejiminin etkisinden sıyrılması yıllarca arkadaşlarımızın bizzat sürdürdüğü bu hasbî çalışmalarla mümkün olmuştur denilebilir.