Güneyin İncisi: Şâm-ı Şerif

Yard. Doç. Dr. Rıdvan CANIM ridvancanim@mynet.com

Şam’dan önce size birazcık Malula’dan bahsetmeliyim. Suriye seyahatimizin ilk konaklama yeri Malula. Ârâmî dilinde «geçiş yeri, geçit» anlamına gelen bu kasabaya gelip görmeden, «bir düzlükler ülkesinde neyin geçidi olabilir ki?» diyebilirsiniz haklı olarak. Ama coğrafî yapısıyla biraz bizim Mardin ve çevresini andıran, muhteşem kayalık dağların çevrelediği tarih öncesinden kalma mağara evleriyle Malula bir zamanlar Hazret-i Meryem ve oğlu Hazret-i İsa’nın uğradığı bir yerleşim bölgesi olmuş. Anlayacağınız Hıristiyanların kutsal şehirlerinden biri Malula. Müslümanların da Hıristiyanlarla birlikte yaşadığı Malula, Şam’a yaklaşık 40 kilometre kadar uzaklıkta. Otelimizin hemen yanı başındaki muhteşem kilise, aynı zamanda Suriye’de Ârâmî dilinin, yani Hazret-i İsa’nın konuştuğu dilin öğretildiği yegâne okulmuş.

Ve Şam… Şâm-ı Şerif…

Suriye’ye girdiğimiz andan itibaren hayallerimizi süsleyen tarihin bu masal şehrine Humus tarafından giriyoruz. Sağ tarafımızda meşhur Kasiyon Dağı bütün heybetiyle şehri kuşatıyor. Rehberimiz Nedim Bey, şehre girer girmez tanıtımlarına başlıyor. Bu tombul delikanlı üç gün boyunca bize rehberlik edecek. Kendisi Halep Türklerinden… Arapçası Türkçesinden bence biraz daha iyi. Kābil’in kardeşi Habil’i burada, Şam’da ve sanırım Kasiyon Dağı’nda öldürdüğü bilgisi bizi bir anda altüst ediyor.

Nice kavimlerin asırlar boyunca sahip olabilmek uğruna mücadeleler verdiği Şam’ın bilinen tarih öncesi günlerine gitmeye hacet var mı? O tarihin ve hele Orta Doğu medeniyetler tarihinin «bilge» şehirlerinden biri çünkü. Mekke ve Medine, Kahire ve İstanbul gibi… Halep ve Bağdat gibi… Yolu bir kez bu şehre düşenleri ne edip edip kendine bağlayan, güzelliğiyle bir daha unutamayacağı kadar büyüleyen bir şehir Şam. O, Osmanlı’nın saadet asırlarında kazandığı «Şâm-ı Şerif» ismiyle müsemmâ.

Bugün günlerden Cuma… Şam’da resmî tatil günü… Başkent Şam’ın şehir merkezindeki yolları, çarşıları trafik açısından ne kadar da rahat diye düşünürken, ne kadar yanıldığımızı ve bu rahatlığın sadece Cuma gününe mahsus olduğunu ancak ertesi gün fark edebiliyoruz. «Neredeyiz, Şam’ın neresindeyiz?» demeye kalmadan kendimizi bir anda Sultan II. Abdülhamid’in Şam’ın boynuna taktığı bir inci gerdanlık olarak düşündüğüm «Hamidiye Kapalı Çarşısı»nda buluyoruz…

Ah şu doğunun çarşıları ve illâ da kapalı çarşıları.. Burası kapalı çarşı mıdır, yoksa bir ucu Emevîler dönemine çıkan bir tarih tüneli midir? Bunun kararını vermeyi size bırakıyorum. Çarşı girişinde yaklaşık 50 metre kadar ilerledik ilerlemedik ki bizi burada kim karşılasa beğenirsiniz:

“Kediciklerin babası!”

Evet, ta kendisi, meşhur sahâbî, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den en fazla hadis rivayet eden sahâbîler arasında bulunan Ebû Hüreyre bu… Hamidiye Çarşısı’nın gürültüsü, yeri-göğü kaplayan o muhteşem atmosferinde çarşının bir köşeciğinde uzanmış kabrine, yatıyor… Varan biiir! Fâtihalarımızı gönderip yolumuza devam ediyoruz… Bakalım bizi Şam’da neler ve kimler bekliyor?

Hamidiye Çarşısı’nın sonu, muhteşem Emeviyye Camii’ne açılıyor. Siz ona Şam Ulu Camii de diyebilirsiniz. Gözleri kamaştıran, ilk göreni kesinlikle bulunduğu mekâna tabiri caizse çivileyen, orada donduran bir karşılama bu. İlk ziyaretlerimiz tarihin en muhteşem sultanlarından, en adil hükümdarlarından, Hıristiyan haçlı dünyasının, kılıcı önünde saygıyla eğilmek zorunda kaldığı bütün zamanların en büyük savaşçılarından biri «şarkın en sevgili sultanı» Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kabr-i şerifleri oluyor.

Selâm ey güzel insan!.. Ey İslâm’ın ilk kıblesi olan kutlu Kudüs şehrini Hıristiyanların elinden alıp yeniden Müslüman Kudüs yapan cesur yürek! Sana selâm olsun!..

Yemen’den Diyarbakır’a kadar geniş bir bölgenin hükümdarı, Eyyûbîler Devleti’nin kurucusu olan Selâhaddîn-i Eyyûbî, Allah yolunda savaşmaya âşık, müstesna kumandanlardan biriydi. Bu duygu onun damarlarında öylesine çağıldıyordu ki, âdeta onun bütün benliğini kaplıyordu. Konuşmalarının konusu daima buydu. İşte bunun içindir ki o, çoluk-çocuğundan, yakınlarından, yuvasından, bütün mal ve mülkünden ayrılmış ve bir rüzgârın söküp atabileceği bir çadırda yaşamaya râzı olmuştu.

Anlatırlar ki Cuma imamı bir gün hutbede:

“–Eğer bir idareci tebaasına karşı güler yüzlü olmazsa onlardan bekleyeceği ilgi ve saygı sûretâ olur.” der. Selâhaddîn-i Eyyûbî, bu sözün kendisini ilgilendirdiğini düşünerek Cuma’dan sonra imama:

“–Galiba beni kastettiniz…” der.

“–Evet!” diyen imama:

“–Peki, Allah Rasûlü’nün mîraca çıktığı Mescid-i Aksâ Hıristiyanlar elinde tutsak iken, Hazret-i Ömer’in emaneti Kudüs esirken, benden nasıl gülmemi bekleyebilirsiniz?” der ve ağlamaya başlar.

İşte Allah, bu duygu ve bu sevgi karşılığında olmalı ki Kudüs’ün fethini Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye nasip etmiştir. Bir tek vakit namazını bile cemaatsiz kılmadığı söylenen bu büyük sultan; adaleti, bağışlaması, yumuşak huyluluğu, cömertliği, mertlik ve asaletinin yanı sıra sabır, dürüstlük ve cesaretiyle de insanların kalplerini fethetmiş biriydi. İnanıyorum ki kulların sevdiğini Allah da sever.

Hicretin 589’uncu yılında, 56 yaşında Şam’da vefat ettiği zaman bu efsane sultan ardında kabrini yaptıracak bir dünya malı bırakmamıştı. Selâhaddîn-i Eyyûbî, ölüm döşeğindeyken, emri gereğince şehre dağılan münâdîler, bir mızrağın ucuna geçirilmiş kefenini göstererek şu ibret yüklü sözü haykırmışlardı:

“Ey ahâli!.. Şarkın hâkimi Sultan Selâhaddin ölmek üzeredir. Âhirete ancak şu bez parçasını götürebilecektir. Öyleyse, Allâh’a kullukta gevşeklik göstermeyin!..”

Allâh’a kulluğu şiar edinen, insana hizmeti ibadet sayan, cihadı hayatın iksiri kabul eden güzel insan… Ey Kudüs’ün şanlı fatihi, ey güzel asker rûhun şâd olsun!.. İlk Türk hava şehidleri de Selâhaddîn-i Eyyûbî Türbesi’nin giriş kapısının hemen sağ tarafında bulunuyor. Onlara da dualarımızı bırakmayı ihmal etmiyoruz.

Şam Emeviyye Camii, adından da anlaşılacağı üzere Emevî saltanatının Şam’a kazandırdığı kültür hazinelerinden biri. Bir kilise camiye çevrilmiş, çeşitli ilâvelerle dünyanın en nadide eserlerinden biri çıkmış ortaya. Seyrine doyum olmayan, heybetiyle insanı büyüleyen bir mabed burası. Dış avlusu ve içi, çoğu İranlı ve Türklerden oluşan, İslâm dünyasının ve hattâ Hıristiyan dünyasının çeşitli coğrafyalarından koşup gelen binlerce ziyaretçi ile dolup taşıyor. Günlerden Cuma… Minbere iki imam birlikte çıkıyorlar ama birisi minberin merdivenlerinde oturuyor. Hutbeyi okuyan imamın minbere kılıçla çıkması, Şam şehrinin kılıç gücüyle fethedilmiş olduğuna delâlet ediyor olmalı! Cuma imamı, neredeyse bir saati bulan heyecanlı bir konuşma ile tamamlıyor hutbesini. Camide dört mezhebi temsilen dört mihrap yer alıyor. Bir zamanlar Bediüzzaman Said Nursî de o meşhur «Hutbe-i Şâmiyye»sini burada sunmuş.

Zekeriyya Peygamber’in kabri Halep Emeviyye Camii’sinde yer alırken, oğlu Yahyâ Peygamber’in türbesi de Şam Emeviyye Camii’nin tam ortasında bulunuyor. Türbe etrafında Cuma namazını müteakiben ziyaretçi yoğunluğu göze çarpıyor. Hazret-i Yahyâ aslında Hazret-i İsa’nın hem çocukluk arkadaşı, hem de teyzesinin oğlu. Yani İsrailoğullarının bu iki peygamberi aslında kardeş çocukları oluyorlar.

Emeviyye Camii’nin büyüleyici atmosferinden ayrılık kolay olmuyor. Ama Şam’da gezilecek daha o kadar çok yer var ki. Bundan sonraki durağımız, Şam’ın tarihî mezarlığı Bâbü’s-Sağîr Kabristanı…

Burası apayrı bir dünya! Büyük sahâbî, Hazret-i Peygamber’in sevgili müezzini güzel sesli Bilâl-i Habeşî, hemen yanı başında Câfer-i Tayyar Hazretleri’nin oğlu Hazret-i Abdullah bu kabristanın en kutlu sakinleri arasında… Peygamberimiz’in iffetli hanımları Hazret-i Ümmü Seleme, Hazret-i Ümmü Habibe ve Hazret-i Hafsa, hakkında Peygamberimiz’i uyarma amacıyla âyet gönderilen Abdullah İbn-i Ümm-i Mektum, belki onlarca Kerbelâ şehidi ve ehl-i beytin mümtaz isimleri Bâbü’s-Sağîr’de uhrevî âlemlerin güzellik ve sükûneti içindeler.

Şam Demiryolu Binası, hanedanından bazı yakınları ile birlikte Süleymaniye Camii Külliyesi içinde yatmakta olan Osmanlı’nın son padişahı Sultan Vahideddin Haziresi, Şam’da sizi bekleyen ziyaret yerleri arasında… Türk ziyaretçilerden başkasına ziyareti yasak olan bu tâlihsiz Osmanlı sultanının kabri başında hüznümüz kat kat artıyor hâliyle. Ben başkaları gibi; «Osmanlı’nın bu son padişahına bir mezar toprağını da mı çok gördüler?» demiyorum aksine. Zira biliyorum ki Şam, dün olduğu gibi bugün de bizim toprağımız olmaya devam ediyor. Buralar hâlâ bizden izler taşıyor, üzerinde yaşayanlar hâlâ bizim türkümüzü söylemeye devam ediyorlar. Çarşı-pazarda gördüğünüz her Suriyeli’nin gözlerindeki bakışlardan bunu kolayca anlayabilirsiniz. «Türkiye’den geldik!» dediğimiz anda inanın ki her birinin gözleri sevgiyle ışıldıyor.

Şimdi bize yıllarca; «Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü» saçmalığını bir mârifetmiş gibi satanlara «yazıklar olsun!» demekten de kendimi alamıyorum. Yıllardır millet olarak kendimize sadece «düşman» üretmişiz! Yazık ki yazık!.. Suriye düşman, Irak, İran düşman, Rusya düşman, Yunanistan, Bulgaristan düşman!.. İnanıyorum ki araya Akdeniz girmeseydi Mısır, Fas, Tunus, Cezayir hepsi düşmanımız olacaktı!..

Bu nasıl iştir yâ Rab!..

İnanın ki imparatorluğu parçalanıp darmadağın olan İslâm coğrafyasının bu hâlinden en az bizim kadar onlar da mahzun şimdi. Ve her şeyin farkındalar onlar da. Osmanlı’nın üzerlerinden kaybolan gölgesiyle birlikte neleri yitirdiklerinin şuuru ile bizi bir kez daha kucaklamaya çalışıyorlar şimdi.

Bir insan düşünün ki hicretin 560’ıncı senesinde Avrupa’nın bir köşesinde, o zamanki Endülüs şimdiki adıyla İspanya’nın Mürsiye şehrinde doğmuş büyümüş olsun, sonra kalkıp diyar diyar dolaştıktan sonra gelip Şam’da, Kasiyon Dağı eteklerinde Sâlihiyye’ye yerleşsin… Ömrünü hicretin 638’inci senesinde burada tamamlayıp Şam’ın ebedî muhafızları arasında yerini almış olsun… Onu tanımayan var mı? Evet, İbn-i Arabî, Şeyh-i Ekber ya da Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nden söz ediyorum sizlere… İbn-i Arabî, gerek yaşadığı dönem içerisinde gerekse vefatından sonra sürekli tartışılmış ve hattâ neredeyse zâhir-bâtın ilimlerinin ayrışma noktasındaki tartışmalarda her zaman odak noktası olmuş… Şüphesiz bunun bir sebebi; kendisinden önce dile getirilmemiş ya da sembolik ifadelerle örtülmüş mârifet ilmine dair birçok konuyu eserlerinde ve sözlerinde açıkça beyan etmesi olduğu kadar kendine has üslûbunun çok derin ve karmaşık bir yapısı olması idi… Belki bu sebeple bizzat kendisi eserlerini avâmın okumasını men‘ etmişse de şüphesiz dünyanın birçok yerinde tasavvufun derinliklerine merak salan hemen herkes bir şekilde referans noktası olarak ona dayanmak zorunda kalmış… Belki bu durumdan dolayı tasavvufa hâkim olmayanlar ya da sûfî olmayanlarca genellikle yanlış anlaşılmış ve bu yanlış anlaşılma neticesinde kimileri ona olduğundan daha farklı bir libas biçerek İslâm’ın dışında bilgelik atfederken, bâtınî ilimlerden uzak bazı Müslümanlar ise suçlamalarını daha da ileriye götürebilmişlerdir…

O, devrinde ve vefatını izleyen zamanlarda; «Kutbü’l-ârifîn» unvanıyla anıldı. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethedeceğini, Yavuz Sultan Selim’in Şam’a geleceğini keşif yoluyla önceden haber vermişti. İbn-i Arabî, Şeceretü’n-Nu’mâniyye fi Devleti’l-Osmâniyye adlı eserinde; «Sin, Şın’a girince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar.» buyurur… Bu sözün ne anlama geldiği yıllar sonra anlaşılır… Yavuz’un Selim ismi «Sin» harfi ile başlamakta ve girmesinden söz edilen «Şın»ın ise Şam kelimesinin başındaki «Şın» olduğu anlaşılacaktır. Zamanla bir çöplük hâline gelip üstü kapanıp giden kabrini Yavuz Sultan Selim böylece bulup çıkarır, üzerine bir türbe, bir cami ve bir imaret yaptırır.

Şam’da Salihiyye’nin bir başka kutlu misafiri ise İslâm kültür tarihinin bir başka pırlantası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî… On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başında Şam’da yetişmiş büyük velîlerden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî de Şam’ın Kasiyon Dağı eteklerinde Muhyiddîn-i Arabî ile aynı semtte bulunan türbesinde yatıyor.

İnsanlara Allah yolunu göstererek, hakka ve hakikate kavuşturan, âlimler ve velîler zinciri, silsile-i aliyyenin yirmi dokuzuncu halkası Hâlid-i Bağdâdî…

Asıl adı Hâlid, lâkabı Ziyâüddin’dir. Babası Hazret-i Osman, annesi ise Hazret-i Ali’nin soyundandı. Hicretin 1192’nci yılında Bağdat’ın kuzeyindeki Şehrezur Kasabası’nda doğdu. Devrin meşhur âlimlerinden dersler aldı, diyar diyar gezdi, Hindistan’da Abdullah Dehlevî ile buluştu, sonunda gelip âlimler ve velîler diyarı Şam’a yerleşti. Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye olmak üzere tam beş tarîkatta halîfelik icazeti aldı. Halîfeleri aracılığıyla gerek Kuzey Irak´ta gerekse Şam, Kudüs, Bağdat ve hattâ Anadolu’da binlerce müridi oldu. Sonradan «Mevlânâ» mahlâsını aldı. Dolu dolu geçen bereketli bir ömrün ardından şimdi yattığı Şam’ın en güzel noktasında ebedî âleme intikâl etti.

Hakk’a kavuştuğu gece, yatsıdan sonra çoluk-çocuğunu yanlarına çağırdı. Onlara hitaben:

“–Hepinize hakkımı helâl ettim, birbirinizden ayrılmayınız. Vefatınıza kadar bu evde kalınız.” buyurdular. Abdest alıp bir zaman namaz kıldıktan sonra:

“–Şu anda tâûna tutuldum.” buyurdular. Mübarek yüzleri sarardı. Tekrar aile efrâdına dönerek:

“–Bundan sonra beni meşgul edip benden bir şey istemeyiniz. Beni Hak’la meşgul olmaktan alıkoymayınız. Hiçbir kimse ile sohbet etmek istemiyorum. Rabbim ile meşgulüm, yanımda hiç kimse bulunmasın.” buyurdular. Göz uçları ile kıbleye yönelip sağ yanı üzerine yatarak tefekküre daldılar. Tarihler hicrî 1242 yılının (1826 m.) Şevval ayının yirmi altısını gösteriyordu. Müezzin ezan okumaya başladığında Mevlânâ Hâlid Hazretleri de Fecr Sûresi’nin son âyetlerini okudu. O anda mübarek ruhları bu fânî dünyadan ebedî âleme uçtu ve gitti. Rûhu şâd olsun.

Efendim, Şam’daki ziyaretlerimiz arasında Osmanlı âlimleri arasında sayılan, Şam’da doğup Şam’da vefat eden İmam Abdülganî Nablusî de vardı. İçerisinde Şam’ın en önemli medreselerinden birinin de bulunduğu bir külliyenin ziyaretlere neredeyse kapalı bir hücresinde yatıyordu bu büyük zât. Dualarımızı bırakıp ayrıldık huzurundan. Rabbim kabul eylesin diyelim.

Şam’ın içinden geçen Barada Nehri’ni soracak olursanız Ağustos’un bu sıcak günlerinde var olma mücadelesi verdiğini söyleyebilirim Barada’nın. Doğrusu Barada, Tuna’yı görmüş biri olarak beni ziyadesiyle hayal kırıklığına uğrattı diyebilirim. Bizde böylesine nehir değil, olsa olsa «dere» derler…

Tabiî, Şam’ın ehl-i beyt dünyası için bulunmaz mekânlardan biri olduğunu tekrar söylemeye bilmem gerek var mı? Hazret-i Ali’nin kızı, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’in kız kardeşleri Seyyide Zeynep Camii ve içerisindeki Seyyide Zeynep Türbesi, görenlerin cidden gözlerini kamaştıracak ihtişamda… Avlusu ve caminin içi iğne atsanız yere düşmeyecek derecede ziyaretçiyi ağırlıyor. Şam’a gidenlerin kesinlikle uğramaları gereken bir mekân Seyyide Zeynep Camii. Benden hatırlatması!

Bizi taşıyan aracımızın oflaya-puflaya tırmandığı Kasiyon Dağı, yaz mevsiminin bu bunaltıcı sıcaklarında bir taraftan Şam halkının sığınağı olurken, bir yandan da bütün güzellikleri ile beş milyon nüfuslu Şam’ı doya doya seyretme keyfini sunuyor onlara. Biz de bu dağın zirvelerinden akşam saatlerinde şehrin ışıkları yanıncaya kadar seyre dalıyoruz Şam’ı… Bu aslında bizim Şam ile vedalaşmamız anlamına geliyor. Şehir merkezindeki bilmem kaç yıldızlı Seyran Lokantası’nın birbirinden leziz Suriye yemekleri şimdi bizi bekliyor. Suriye’de açık hava lokantaları çok yaygın… Yemek kültürleri daha çok bizim güneydoğu Anadolu şehirlerimizin sofralarına benziyor. Elbette baharat, elbette biber ve elbette etli yemekler… Türkiye’de hiçbir yerde görmediğim lezzette meyveleri… Ve tabiî ki tatlılar…

Evet Şam’dan ayrılık vakti gelip çatıyor. Doğu’nun incisi Şam’a doyamıyoruz.

Osmanlı’nın unutulmaz şehirlerinden Şam!.. Mekke ve Medine’nin, Kahire, Bağdat ve İstanbul’un özbeöz kardeşi Şam!..

Âlimler yatağı, velîler yurdu, sahâbenin ve ehl-i beytin şereflendirdiği İslâm’ın kutlu şehri hoşça kal!