Aklımızı Kullanalım

Adem SARAÇ

Mekke ve bütün her taraf, zifirî karanlık içinde, korkunç bir felâkete doğru gidiyordu.

Allah yolunu terk eden bunca insanlık, putlara taparak, kendi düşünce ve düzenlerini ilâh hâline getirmişlerdi. Bunun için her şey çığırından çıkmıştı…

Biri çıkıp da bu şaşkın gidişe «Dur!» diyemiyordu. «Dur!» denmeliydi artık bu korkunç gidişe. Üstelik dur demekle yetinmeyerek, iyiyi, güzeli ve doğruyu göstermek gerekiyordu.

İşte böyle korkunç bir ortamda, bunca isyanlarına rağmen, Allah Teâlâ Hazretleri, insanlara rahmet, şefkat ve merhamet elini bir defa daha uzattı…

İnsanlığın İftihar Tablosu olarak yetişen, Hazret-i Ahmed ü Mahmûd u Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri’ni, bütün insanlığa kurtuluş rehberi olsun diye, Peygamber olarak gönderdi…

Peygamber Efendimiz, Mekke’de doğmuş ve yine orada yetişmişti. Bütün herkes O’nu çok iyi tanıyordu. Muhammedü’l-Emîn diyorlardı O’na. Çok sevip sayıyorlar, başları üstünde gezdiriyorlardı…

Fakat Peygamber olarak görevlendirildikten sonra, iş birden değişiverdi. Şaka bile olsa yalan söylemeyeceğini çok iyi bildikleri hâlde, inanmadılar O’na. Peygamberliğini tasdik etmediler. Bu yetmiyormuş gibi karşı koydular, düşman oldular.

Hak-Bâtıl savaşı başlamıştı artık…

Hazret-i Peygamber’e îman edip İslâm ile şereflenenler Müslüman olarak, yepyeni bir hayata «Merhaba!» diyorlardı…

Onlar öyle çetin bir zamanın Müslümanları idiler ki, İslâm esaslarını hayatlarına geçirmek bir yana, İslâm’dan bahsetmek bile çok büyük bir suç sayılıyordu. Müslüman olmak delilik, sapıklık, döneklik ve âsilik olarak değerlendiriliyor, derhâl müdahale ediliyordu.

Müslüman olduğunu açıklamak demek, malını, canını, evini-barkını, hayatını, her şeyini tehlike altına atmak demekti. Daha doğrusu Müslüman olmak demek, bütün her şeyi göze almak demekti…

Bundan dolayı, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, o dönemde bütün Müslümanlar, sadece belirli şahıslarla değil, müşrik devlet ile karşı karşıya gelmişlerdi. Daha sonraları Yahudiler ve Hıristiyanlarla da karşı karşıya geleceklerdi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de münafıklar türeyecekti…

Fakat ne olursa olsun, gönlüne îman kıvılcımı düşüp Müslüman olanlar, bir milim bile gerilemeden, aydınlık günlere doğru kanat çırpıyorlardı.

Allah ve Rasûlü’ne îman edip, İslâm gülistanının nadide gülü olma şerefi, peşinen her şeyi göze almaktan geçiyordu. İşte bunlardan biri de Habbâb bin Eret idi. Demirci ustasıydı Habbâb. Kılıç başta olmak üzere, demir işleri yapardı. Mekke’nin en meşhur demircisiydi…

Herkesle arası çok iyi olan Habbâb, çalışıp çabalıyor, iyi de kazanıyordu. Ölümsüz bir aşka adım atıncaya kadar, yani «Allah» deyinceye kadar bu böyleydi…

Muhammedü’l-Emîn -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Peygamber olarak görevlendirildiğini öğrenen Habbâb, hiç tereddüt etmeden îman etti. İslâm ile şereflendi.

Çünkü tanıyordu O’nu; biliyordu… Herkes gibi çok iyi tanıyordu…

O’nun nasıl örnek bir şahsiyet olduğunu, bu günlere kadar çok görmüştü. Bunun için O’nun Allâh’ın Rasûlü olduğuna îman ederek, ilk Müslümanlar arasındaki onurlu yerini aldı.

O artık sadece demirci Habbâb değil, Hazret-i Habbâb -radıyallâhu anh- olmuştu… Şimdi daha bir şevkle çalışıyordu… İşini daha bir güzel yapıyordu…

Âlemlerin Efendisi’ne îman ederek, sahâbeden olmuş, yüzüne îmanının nûru yansımıştı… Kızgın demire çekiç vururken, «ıh» yerine «Allah» diyordu artık…

Yepyeni bir muhabbetin içine girmiş, günbegün muhabbet gülistanından gül devşiriyordu…

Sadece kendiyle yetinmiyor, elinden geldiğince ve dilinin döndüğü kadarı ile çevresindekileri de davet ediyordu İslâm gülistanına.

Kendini işine vermiş çalışırken, gelenler omzuna dokununca kendine geldi. Elinin tersi ile alnındaki teri silerek, «Siz miydiniz?» diye sordu yorgunca.

–Ne bu dalgınlık böyle? Seni gören çölde devesini kaybetmiş çaresiz yolcu zanneder.

–Âhiret yolcusu değil miyiz hepimiz?

–Yine mi Habbâb?

–Yine, yine ve yine; her zaman!

–Bu işten vazgeç ey Habbâb. Senin bu hâlin duyulursa ne olur o zaman biliyor musun?

–Allâh’ın dediği olur!

–Neyse neyse! Kılıçlarımızı yaptın mı sen onu söyle? Biz kılıçlarımızı alıp gidelim hemen.

–Neden bu kadar korkup kaçıyorsunuz?

–Aklın varsa sen de vazgeç bu işten.

–Aklım olduğu için girdim ben bu işe. Aklınız varsa, siz de girin İslâm’a!

–Sus, sakın bir daha böyle söyleme!

–Niye, aklınız yok mu yoksa?

–Buranın en akıllıları olduğumuzu sen de biliyorsun.

–Öyleyse geç kalmayın. Aklınızı kullanın ve Müslüman olun.

–Yine lâfa boğdun bizi. Ver kılıçlarımızı, ver de gidelim hemen.

Kılıçlarını alan adamlar, çabucak terk ettiler dükkânı. Akıllı olduklarını iddia eden bu adamların arkasından acıyarak baktı Hazret-i Habbâb…

Akıllı kimdi acaba? Allah ve Rasûlü’ne îman edip, İslâm ile şereflenenler mi, yoksa nefislerine kananlar mı? Kur’ân ve sünnet çizgisinde bir hayata can atanlar mı, yoksa dünya ve âhiretini heba edenler mi? Akıllı kimdi; kimlerdi?

Aklımızı kullanalım. Allah ve Rasûlü’nü râzı edecek işler yapalım. Kur’ân ve sünnet çizgisinde bir hayat yaşayalım.

Peygamber Efendimiz böyle tavsiye ediyor çünkü…

-Sallâllahu aleyhi ve sellem…-