Yazı ve Yazar Üzerine

Nurlan MEMEDZADE

Hani zaman zaman merak etmişizdir, acaba bir yazar, bir şair nasıl yaşar, ne düşünür de sanat hârikaları koyar ortaya. Hattâ bazen asırlar sonrasına hükmeder hâle gelir. Bu gün hâlâ Nizâmîler, Fuzûlîler konuşuluyor ya. Oysaki eserlerinde geçen olaylar kendi zamanlarınca tasvir edilmesine rağmen hâlâ küreselleşen dünyada teknolojiye bu kadar önem veren çağdaşlarımız tarafından sıcak karşılanmakta. Acaba bugün her şeyin modern olmasına özen gösteren, çeşitli model arabalarda gezen ve marka kostümler giyen asrın adamına kaba yünden elbiseleriyle Mecnun neden cazip gelsin ki?!.

Üstü başı dağınık bir Mecnun hâlâ modern insanımıza hitap edebiliyorsa bunda mutlaka bir sır vardır. Oysaki dün yazarlığa soyunan, ancak bugün unutulan o kadar yazar ve şair var ki, isimlerini bile hatırlamıyoruz.

Öncelikle şunu belirtelim ki, yazar denilince mutlaka kalem gelir akla. Kalem ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine yemin ettiği müstesna varlıklardan. Kalem ki, hepimizin kaderini yazmış. Hem öyle yazmış ki, kimsenin hayat hikayesi birbirine denk değildir. Bir yazarın en zor görevi ise elinde tuttuğu kalemi Cenâb-ı Hakk’ın üzerine yemin ettiği kalemden bir cüz hâline getirebilmektir. Bununsa tek yolu kalemi nefse değil de Hakk’a teslim etmekten geçer. Kendi âcizane kanaatimle bu noktadan baktığım için şairle yazar arasında hiçbir ayırım yapmadan değerlendirmeyi uygun buluyorum. Zira her ikisi de bu mânâda aynı sorumlukları yüklenmiş ve aynı yüke hamal.

Felsefe, aklın mahsûlüyken; şiir, bir tahayyül neticesi. Bu hususta önemli olansa her ikisini bir araya getirebilmek. Nitekim bazıları başarmış bunu -ki öyle olduğundan sanat hârikalarıyla çağlar ötesine hükmetmeye muvaffak olmuşlar-. Meselâ Fuzûlî bir aşk felsefesi koymuş ortaya ve hâlâ konuşuluyor. Öte yandan Arapların meşhur «Muallâka şairi» İmrü’l-Kays, dildeki en beliğ vasıtaları kullanmasına rağmen aynı şeyi yapamamış. Sebebi, sırf tahayyülden yola çıkması ve edebiyatı nefsinin esaretine râm edişi.

Necip Fazıl’ın bayağı şiir için kullandığı bir tabir ne muhteşem: «Mânâ peçesi düşmüş şiir» diyor ve açılıp-saçılan kadını da bu türden şiire benzetiyor. Türkçede «kaldırım şairi» diye bir deyim vardır âdî şairler için kullanılan. Söz söylemek bir sanattır ve bu yüzden şair olmak, yazar olabilmek çok zor. Az önce sözünü ettiğimiz dengelere hâkim olabilmekten geçer bunun yolu.

Hani bazen düşündükleri her şeyi insanlarla kolayca paylaşabildikleri kanaatine vararak gıpta ederiz şair ve yazarlara. Ama asla öyle değildir. Bazen tam tersi, onca şeyleri anlatmalarına rağmen kendilerine mahsus çok özel sırları saklarlar da kimse farkına varmaz. Onca konuşma, yazı-çizi bir tek sırrı saklamaya hizmet eder bazen. Bazen kendini anlatır ama kimse anlayamaz. Zira istememiştir kimsenin anlamasını. Azerî şairi Rasul Rıza bir şiirinde şöyle der:

“Dünya dolu adamdır derdimi kime diyem?”

İşte çoğu zaman bu kadar adam içinde açığa vuramadıkları sırların acısını öylesine duyar, ıstırabını çekerler. Hem de insanların en iyi anlatanları oldukları hâlde. Bu da, ilâhî feyizlere haiz Hazret-i Zekeriyya’nın susma orucu tutmasına benzer âdeta. Bazen diyorum ki, Mecnun dedikleri acaba Fuzûlî’nin kendisi mi?!. Zaten diyor ya:

Bende Mecnun’dan füzûn âşıklık istîdâdı var.
Âşık-ı sâdık benim, Mecnûn’un ancak adı var.

Onlar hep arayış peşinde olduklarından ve halka bir şeyler ulaştırmaya koyulduklarından mıdır bilinmez, hep dertleri üstlenmişler. Belki de bu yüzden onlara yapılan haksızlıklar ve ufak dikkatsizlikler karşısında çok hassas yapıya sahipler. Yine Fuzûlî’den misal verecek olursak hani meşhur «Şikâyetnâme»si var üstadın. Yazma sebebi dokuz akçelik bir maaşının verilmesinde çıkarılan zorluklar. Şöyle baktığımız zaman; «Dokuz akçe ne ki?» diyebiliriz, ama şairi yazmaya sevk eden sebep dokuz akçe değil, çok farklı bir duygu. Kalem sahibine, söz sanatına yapılan itinasızlık, gücendirmiş merhumu ve kâğıda döküvermiş bir çırpıda. Okulda okuduğum yılları hatırlıyorum şu satırları yazarken. Yarım aklımla anlayamadığım için hep kınardım Fuzûlî’yi:

“Dokuz akçe için yapılır şey mi bu?!” Ama şimdi anlıyorum. Kalem ehli genelde hassas olurmuş, kırmamak lâzım. Yine bir Rus şairi vardı Mayakofski. O kadar süründürmüşler ki, sonunda bürokrasiden bıkarak kafasına kurşun sıkmış adam. İşte bir batı yazarıyla doğu yazarı arasındaki en bariz farklardan biri de bu. Birisi çile ve sıkıntılara sabredemeyip intihar ederken, öteki Rabbine sığınmış.

Son olarak diyebiliriz ki, bir şairi şair yapan en önemli formül yanıp-tutuşma hastalığına yakalanmaktır. Şair olabilmenin yolu biraz da Mecnun olmaktan geçer. Şairin dediği gibi:

Kaybolan şiiri çağırmak için
Şairler Mecnun’dur, sahra bir Leylâ.