Tasavvuf’ta Lâle’ye Bakış

Sabiha TAK

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den: “Bana bu dünyada üç şey sevdirildi; kadın, namaz ve güzel koku…” şeklinde bir hadis rivayet edilmiştir. Bu hadiste güzel kokuyu metheden Hazret-i Peygamber’e hürmeten tarihleri boyunca temizliğe büyük önem veren Türk milleti de suya, güzel kokuya ve çiçeklere özel bir saygı göstermişlerdir.

Farsça gül kelimesi, kendi dilinde her çeşit çiçeğe isim olurken; Türkçede bu kelime sadece bildiğimiz çiçeğin adıdır. Ayrıca Türk edebiyatında çiçeklerin şâhı olan «gül» rengi, kokusu ve güzelliği sebebiyle Hazret-i Peygamber’in de sembolüdür. Eski şairlerimiz nerede bir gül görseler, derhâl Peygamberimiz’i tahayyül eder¬lermiş. Şu beyit bu bahse en güzel misaldir:1

Bir emîrî-sîret-i gül-gûnı sevdüm gül gibi
Ben Fehîm’em mâil-i Âl-i Muhammed’dür gönül

“Gül gibi, gül renkli bir yüce tavırlıyı sevdim, ben Fehîm’im, gönül de Hazret-i Muhammed’in soyunu sever.”

Yine Peygamberimiz Hazret-i Muhammed: “Kırmızı gül Allâh’ın ihtişamının tezahürüdür.” mânâsında söyle¬diği sözle güle karşı sevgisini izhar etmiştir. Güle gösterilen bu sevgiye hürmet olarak Türk halkı, gülü gördüğü zaman sevgili Peygamber’ine salevat getirmeyi bir âdet hâline getirmiştir.

Gülün yanında pek çok çiçek de şairlere ilham olmuş ve şiirlere, edebî metinlere geçmiştir. Bir misal olarak ner¬gis, insan gözüne benzetilmiş ve bu benzerliği sebebiyle birçok kelime oyunları yapılmıştır.

LÂLE VE ALLAH KELİMELERİ
ARASINDAKİ MÜNASEBET

Klâsik Türk şiiri bugün için gerek kelime, gerekse düşünce, toplum hayatı, şiir anlayışı gibi pek çok hususta birtakım bilgi donanımını gerektirmektedir. Bu bilgi dona¬nımlarından biri de edebî sanatlardır. Dîvan edebiyatı şemsiyesi altında eser veren şairler çeşitli edebî sanat¬larla şiirlerini süslemekten ayrı bir zevk almışlardır. Bu sanatları bilmek, ihtişamlı bir saray olan dîvan edebiyatının kapılarını açmaya yar¬dımcı olacaktır.

Meselâ, aşağıdaki beyitte Zâtî, cinas-ı mefruk sanatından yararlanmıştır. Cinas-ı mefrukta, cinas yapılan kelimelerin yazılışları aynı olmakla beraber biri iki ayrı kelimeden oluşabilmektedir:

Ol goncanın ki bâğ-ı cemâlinde lâle var
Nâr-ı firâkı kalbime dâğ oldu lâle-vâr (Zatî)
lâle var: Lâle mevcut. lâle-vâr: Lâle gibi

Dîvan şiirinde sık sık kulla¬nılan sanatlardan biri de tenasüptür. Tenasüp, bir konu üzerinde, aralarında türlü ilgiler bulunan en az iki kelime, terim ve deyimi bir mısra ya da beyit içinde rastgele sıralama amacı gütmeden kullanmaktır. (Cem DİLÇİN, Türk Şiir Bilgisi) Aşağıdaki beyitte lâle, gül, mevsim, rüzgâr (bâd) ve yağmur (bârân) kelimeleri aynı beyitte kul¬lanılarak tenasüp sanatı yapıl¬mıştır:

Lâle haddin göricek âh edüben ağladığım
Bu ki gül mevsimidir bâd ile bâran dökülür
(Ahmed Paşa)

Harflerle de bazı sanatlar yapılmıştır. Arap harflerinin yazılışı şairlere çeşitli tedâîler uyandırmış, bu çağrışımlar okuyu¬cuyu düşündürmeye yönelik şiirler yazılmasına vesile olmuş-tur.

Şair Fazlî, lâlenin çiçek kısmını şekil olarak (besmelede geçen Rahmân kelimesindeki) nûn harfine benzet¬mektedir: Lâlenin şekli nûn harfinin çizgi şeklindeki kısmını oluştururken, içerisindeki siyahlık ise nûn harfinin noktasıdır:

Lâledür bağ-ı cennet içre o nûn
Noktası oldı sanki dâğ-ı derûn

Arap harfleriyle lâlenin yazılışı Allah kelimesiyle aynı harflerden oluşmak¬tadır ve her ikisinin de ebced hesa¬bıyla karşılığı 66’dır.

Yani:

Bu iki kelimenin sayı değerleri artık o kelimelerin simgesi durumuna gelmiştir. Refi’-i Kâlâyî lâlenin Allah lâfzının ebced değerine denk oluşuna şöyle
temas eder;

Subh-dem dönse nola mihr-i cemâle lâle
Oldu mazhar aded-i ism-i celâle lâle

İzzet Ali Paşa ise lâlenin gördüğü itibarı bu hususla ilişkilendirir:

Mazhar-ı ism-i Celâl olmasa hakkā lâle
Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lâle

Yine Arap harfleriyle lâlenin tersten okunuşu hilâldir ve hilâl İslâmiyet’i simgeleyen bir remizdir. Bu iki kelimenin bu benzerliği dolayısıyla kalb sanatı yapılmak¬tadır: Kalb sanatı, bir kelimenin harflerinin yerlerini değiştirerek yapılan cinastır. Ancak, bu yolda ortaya çıkan yeni kelimenin anlamlı olması gerekir. Kalb sanatı iki ayrı şekilde yapılır: Bunlardan ilki bir kelime tersten okunduğu zaman yine anlamlı bir kelimenin çıkmasıdır ki buna kalb-i küll denilir. (Hilâl / lâle ) İkincisi ise bir kelimenin harflerinin düzenli olarak değişmediği sanattır ki buna da kalb-i ba’z denilir. (Allah / lâle )

Allah kelimesinin ilk harfi olan elifle lâlenin tek dallı bir çiçek olması arasında da bir münasebet söz konusudur. Bütün bu yönleriyle lâle, çok sevilen çiçeklerden biri olmuştur. Lâlenin tevhid inanışı ile ilgili bir hususiyeti de vardır: Lâle soğanı dallanmayıp sadece bir sap ve bir çiçek verdiği için tevhidin de sembolü olarak görülmüştür. Üstelik «Kelime-i tevhid»in ilk harfi de, lâlenin ilk harfi de «lâm»dır. Nitekim bu özelliği aşağıdaki beyitte ayan-beyan zikre-dilmiştir:

Yokdur bu âb u tâb ne mihr ü ne jâlede
İzhâr-ı kudret eylemiş Allah bu lâlede

Türk milletinin en fazla sevdiği çiçeklerden biri olan lâle, edebiyatımızda da pek çok yönüyle işlenmiştir. Evvelâ rengi açısından sevgilinin yüzüne, yanağına, dudağına benzetilen lâle, yine rengi dolayısıyla âşığın yanağına, gönlüne de teşbih edilmiştir. Renk ve şekil olarak ise daha ziyade kadeh, şarap, kan, taç, sümbül gibi mazmunlarla beraber zikredilmektedir.

EDEBİYATIMIZDA LÂLEYE KISA BİR BAKIŞ

Türklerin Anadolu’yu vatan edin¬melerinin ardından lâle de yavaş yavaş saltanatını kurmaya başla¬mıştır. 12’nci yüzyıldan itibaren Anado¬lu’da yapılan mimarî eserlerde ve çinilerde lâle motifi değişik renklerde ve sık sık kullanılmıştır. Yine bu asırlarda lâleye şiirlerinde çokça yer veren şair kıymetli mütefekkir ve mutasavvıfımız Hazret-i Mevlânâ’dır. Hazret-i Mevlânâ’nın Dîvan ve Rubâîleri’nde lâle çiçeği ile alâkalı çok mısra bulunmaktadır. Rubâîlerinden bir mısra tercümesi:2

“Bir göz ki, bakışı o güle ve lâleye dönmüştür.”

Sultan III. Ahmed ve Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın idaresindeki Osmanlı İmparatorluğu’nun dönemine 20’nci yüzyıldaki tarihçiler «Lâle Devri» ismini vermişlerdir. Bu isimlendirme şüphesiz ki boşuna değildir: Nedim’in gazel ve şarkılarıyla neşelendirdiği bu sanat, eğlence ve kültür ortamında parklar, bahçeler türlü türlü lâle çiçekleriyle süslenmekteydi. Evvelâ sarayda başlayan lâle merakı yavaş yavaş halk arasında da yayılmaya başlamıştı. Hattâ lâleye karşı gös¬terilen bu ilgi neticesi çeşit çeşit lâle soğanları çiçek pazarlarında hayli yüksek fiyatlarla satılmış ve zer-i mahbûb adlı lâlenin bir soğanının dört bin kuruşa alınıp satılmasına karar verilip mahkemece tescil edilmişti. Sâdâbad, Şerefâbad, Neşâtâbad gibi kasırlarla, Çırağan, Beşiktaş ve Kâğıthane bahçelerinin rengârenk lâlelerle süslendiği, gittikçe israf ve sefahat çılgınlığına dönüşen bu dönem, Patrona Halil isyanıyla son bulmuştu. Derin mânâları bulunan lâlenin bu döneme ismini vermiş olması, israf ve sefahat devrinin sembolü olması bakımından bir talihsizliktir.

Daha evvel lâle bahçeleriyle ilgili halk arasında söylenegelen bir hikâye de Mimar Sinan ve Selimiye Camii ile alâkalıdır: Bu hikâyeye göre Sinan, Sultan II. Selim’in isteği üzerine Edirne’nin en yüksek tepesine bir cami yapacaktır. Fakat özel bir mülk olan bu arazi bir lâle bahçesidir. Sultan, kendi mülkünü satmak istemeyen bu adamdan nihayet bu arsayı alır ve Sinan, Selimiye Camii’ni yaptıktan sonra camiinin ortasına ters bir lâle motifi yerleştirir ki bu motif arsanın bir lâle bahçesi olduğunu, ters olması ise sahibinin tersliğini anlatmaktadır.

Lâlenin edebiyatımızdaki teza¬hürüne gelince; Necâtî Bey o enfes gazelin ilk beytinde lâleyi yakıp-yıkıcı bir güzel olarak görmektedir:

Lâlehadler yine gülşende neler etmediler
Servi yürütmediler gonceyi söyletmediler
lâle-hadd: Lâle yanaklı

Şeyhülislâm Yahyâ’nın gazelinde ise bu sefer baharın ve neşenin müjdeci¬si olarak karşımıza çıkmaktadır:

Geldi bahâr sen dahi şâd olmadın gönül
Güllerle lâlelerle küşâd olmadın gönül

18’inci yüzyılın en kudretli şairlerinden Nedim ise lâleyi neşe veren bir kadeh olarak görür:

Müdâm ey lâle-i hâtır-güşâ dûr olma gülşenden
Senünle neş’e tahsîl eylerüm câm-ı şarâbımsın

15’inci yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Ali Şîr Nevâî, Hindistan’dan Herat’a, Herat’tan Azerbaycan ve Anadolu’ya kadar uzanan tüm Türk şairlerini etkilemiştir. Özellikle Orta-Asya’da 19’uncu yüzyıla kadar etkisini sürdüren bir şairdir. «İtti firâk» redifli bu gazelinde firâkın zorluğunu farklı hayallerle anlatmıştır.

Kan yaşım sarıg yüz üzre âşikâr itti firâk
Za’ferân-zârımı gamdın lâlezâr itti firâk
sarıg: Sarı firâk: Ayrılık
za’ferân: Sarı çiçekli bir bitki lâlezâr: Lâle bahçesi

«Firâk, kanlı gözyaşımı sarı yüz üzerine âşikâr etti ve üzüntüden sarı yüzümü lâle bahçesine döndürdü.” Ayrılık acısı, şairin yüzünü sarartmış, gözyaşını da kana bulamıştır. Belâgatçi, hattat, dilbilimci ve tezkireci olan idealist şair, sarı yüz üzerindeki kanlı gözyaşını lâle bahçesine teşbih etmiştir.

17’nci yüzyılda İstanbul’da yetişip Os¬manlı coğrafyasının pek çok yerinde Dîvân-ı Hümâyun kâtibi olarak vazife yapan Tıybî, herhâlde pek çok lâle çeşidi görme şansına sahip olmuş ve aşağıdaki beyitlerde olduğu gibi lâlenin içindeki siyahlığı âşığın sînesindeki yaralara benzetmiştir:

Çemende lâle dil-i dâğ dâğa reşk itsün
Ne lâle gonce-i mihr ol çerâğa reşk itsün

Bu beyitte âşığın sînesindeki yaraları kıskandığını söylerken, diğer bir beyitte de dağ kelimesiyle bir îham sanatı yaparak dağ lâlesini hatırlat¬mış; ayrıca sevgilinin imkânsız aşkıyla dağlara düşmüş âşığı kelime oyun¬larıyla okuyucuya yansıtmıştır:

Bu gülsitânda ammâ ne çâre ey Tıybî
Misâl-i lâle nasîbüm hemân dâğ oldı
gülsitân: Gül bahçesi dâg: Yanık yarası

Lâle, rengi ve şekli dolayısıyla sevgilinin yanağı ile âşığın bağrındaki yaralara da teşbih edilir. Aşağıdaki beyitte lâle, sevgilinin yanağının rengine gıpta etmiş ve onun kırmızılığı ile haset ateşlerinde yanmıştır. Hattâ bu haset onun bağrında yaralar açmasına sebep olmuştur ve bu gönüllerindeki yara ile lâleler bağ içinde ateş saçan bir görüntüye bürünmüşlerdir:

Lâleler gıbta-i hâl-i ruh-ı rengînünden
Bâğa dâğ-ı dil ile oldılar âteş-efgen (Tıybî)
ruh-ı rengîn: Renkli yanak hâl: Ben dâg-ı dil: Gönül yarası

Bu beyitte lâlenin içindeki tomurcuklar gönüldeki yara olarak düşünülmüştür. Beytin şairi böyle bir teşbihle sevgilinin yanağının daha kırmızı olduğunu vurgulamış ve lâlenin kırmızılığının ise ancak onu kıskanmak ile oluştuğunu söylemiştir.

Lâle renginden dolayı çeşitli kumaş¬lara ve elbiselere de benzetilmiştir. Meselâ Bâkî, kaftan şeklindeki elbiseyi lâleye teşbih etmektedir:

Gül-gûn kabâsı ol sanemün sanki lâledür
Cism-i latîfi lâle-i hamrâda jâledür

Değişik bakış açıları ve orijinal söyleyişler bulmak isteyen şairler, lâleye bakarak farklı imaj ve hayaller kurmaya devam etmişlerdir. Aynı zamanda bir Mevlevî dedesi olan 18’inci yüzyılın büyük şairi Şeyh Gâlib, bir beytinde lâleyle mevlevî külâhı (başlığı) arasında münasebet kurmuştur:

Zîver-i bustân-ı envâr-ı tecelliyyât-ı Hak
Lâle-i bâğ-ı hakîkatdur külâh-ı Mevlevî

Lâle yaprakları, şeklinden dolayı sarığa da benzetilmiştir. Lâlenin kök kısmına yakın bir yerden çıkan yeşil yaprağı vardır. Şair Cinânî, lâlenin yeşil yaprağını, memduhunun, yani methettiği kişinin yana¬ğına sarkan yeşil sarığa benzettiğini şu beytiyle ifade eder:

Ruhı mir’âtına destâr-ı sebzi ‘aksi düşdükçe
Gören ânı sanur bir lâledür kim ola pervâzı
destâr: Sarık

Lâlenin Türkler tarafından asırlar boyu bu derece sevilmesi; rengi ve şekliyle şiirlere, süsleme sanatlarına, mimarî eserlere, yaşmaklara, fera¬celere, ilh… malzeme olması yukarı¬da da kısaca izah ettiğimiz gibi sebepsiz değildir. Türk milletinin lâleye karşı duyduğu bu sevginin temelinde şüphesiz ki Allah ve Peygamber sevgisinin büyük rolü vardır. Bu sevgi çiçekte, kuşta, ağaçta, güneşte Yaratan’ını görme¬sine ve her vesileyle O’nu zikretme¬sine vesile olmuştur.

1 Tahir ÜZGÖR, Fehîm-i Kadîm Hayatı, Sanatı, Dîvânı ve Metnin Bugünkü Türkçesi, s. 562-563

2 Osman GENÇ, Mevlânâ’nın Rubâîleri, c. 1, s. 97

Kaynaklar:

Kartal, Ahmet, Klâsik Türk Şiirinde Lâle, Akçağ; Ankara, 1998.

Sabiha TAK, Tıybî ve Türkçe Dîvanı (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Danışman Doç. Dr. Nihat ÖZTOPRAK, İst., 1999