Necâtî Bey’den Nükteler NECÂTÎ’NİN DİRİSİNDEN AHMED’İN ÖLÜSÜ YEĞDİR

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

Âşık Çelebi ve Gelibolulu Âlî’nin verdikleri bilgilere göre bir mecliste, Ahmed Paşa ile Necâtî üzerine tartışma yapılmaktadır. Meclistekilerin bir kısmı Ahmed Paşa’nın, diğer bir kısmı ise Necâtî’nin daha büyük şair olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Ahmed Paşa’nın daha büyük şair olduğunu söyleyenler:

Destimi kessen kalur dâmân-ı lûtfunda elüm
Dâmenün kessen kalur destümde lûtfun dâmeni

beytini, «Necâtî» diyenler ise;

Şöyle muhkem dutayın bir dahi dildâr eteğin
Yâ elüm kat‘ ideler yâ keseler yâr eteğin

beytini örnek göstermektedirler. Münakaşa devam ederken tesadüf Necâtî Bey meclise çıkagelir. Durum kendisine arz edilir. Meclistekilerin meraklı bakışları arasında Necâtî, büyük bir tevazu ile ve irticalen,

Necâtî’nin dirisinden ölüsi Ahmed’ün yeğdür
Ki Îsâ göklere ağsa yine dem urur Ahmed’den

beytini söyler.1 Necâtî bu beytinde, yaşça kendinden büyük olan ve şiirdeki kabiliyeti herkes tarafından bilinen bir büyüğü ile kendisinin mukayese edilmesini hoş karşılamadığını edebî bir şekilde ifade etmiştir. Esasen bu güzel ve anlamlı beytiyle kendi büyüklüğünü de bir kez daha meclistekilere göstermiştir. Belki de bu tavrıyla o, edep ve hürmetini ortaya koymanın yanı sıra sanatta güzeli, kaliteyi, başarıyı mukayese etmeye gerek olmadığını meclistekilere anlatmak istemiştir.

Beytin birinci mısraında Necâtî Bey, Ahmed Paşa ile kendisini karşılaştırmakta kendi gençliğine ve Ahmed Paşa’nın yaşlılığına ve tecrübesine işaretle onu daha üstün tutmaktadır. Bu görüşünü ise şair kişiliğini konuşturarak kendi ismi olan «İsa» ve Ahmed Paşa’nın ismi olan «Ahmed» ile iki peygamber ismi arasında ilişki kurmak sûretiyle ortaya koymayı bilmiştir. Zira Necâtî’nin adı İsa’dır. İsa ismi aynı zamanda Hazret-i Peygamber’den önce gelen kendisine İncil verilen, bugünkü Hıristiyanlığın peygamberinin adıdır. Ayrıca İslâm inancına göre o ölmemiş, Allâh’ın inayetiyle göğe çekilmiştir. Hazret-i İsa’ya kitap verilmiş ancak Hazret-i Peygamber’in gelişiyle onun kanunları nesh olmuş, İslâm kanunları son ve kalıcı kanunlar olarak yeryüzüne hâkim olmuştur. İslâm Peygamberi’nin ismi ise Ahmed’dir.

Tekrar beyte dönecek olursak Necâtî Bey, beytinin ikinci mısraında Hazret-i Îsâ’nın Hazret-i Peygamber’in şeriatıyla amel edecek oluşuna işaret etmektedir. Böylece meclistekilerin dudaklarını uçuklatan nefis bir örnekle Ahmed Paşa’nın büyüklüğünü ve bir nevî onu üstat kabul edişini ifade etmeye çalışarak ona iltifatta bulunmuştur.

İşte bu haddini bilen mütevazı şair, klâsik Türk şiirinin kuruluş dönemi olan 15’inci yüzyılda Türkçeyi mükemmel kullanan ve onu aruza hiç zorlanmadan uygulayabilen Necâtî Bey’dir. Şiirlerinde, döneminin Türk kültürünü yaşatan, Türkçe deyim ve atasözlerini sıkça ve başarıyla kullanan bir dil üstadıdır. Kaynakların verdiği bilgiye göre o, küçük yaşlarda Edirne’de bir hanım tarafından önce köle sonra evlâtlık olarak yetiştirilmiştir. Daha gençlik yıllarından itibaren şiirle meşgul olmuş, yine bu yıllarda Kastamonu’ya gitmiş yerleşmiş, şiir incilerinin ışıltısı oradan başta İstanbul, Bursa, Edirne olmak üzere bütün Anadolu’ya ve Türk illerine yansımış ve gözleri kamaştırmaya başlamıştır.2

YORGİ’NİN KÜLÂHINDAKİ KÂĞIT RULOSU!

Böyle kabiliyetli bir şairin, kendisi de şair olan Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed’in dikkatini çekmemesi ve bir vesileyle de olsa İstanbul’a gelmemesi o dönem için elbette düşünülemezdi. Onun şiirlerinden Fatih’in nasıl haberdar olduğunu Âşık Çelebi’den öğreniyoruz. Onun verdiği bilgiyi göre Necâtî Bey İstanbul’da bulunduğu bir sırada;

Eser itmez nidelüm âh-ı sehergâh sana
Meger insâf vire dûstum Allâh sana

matlalı gazelini yazıp padişahın nedimi Yorgi Amiruki’nin sarığına sokar; sultan, Yorgi ile satranç oynarken gözü sarığına sokuşturulmuş kâğıt rulosuna ilişir, çekip alır ve hemen oracıkta okur. Şiiri beğendiğinin nişanesi olarak yedi akçe ulûfe ile dîvan kâtipliğine getirir. Bu vesileyle Necâtî’nin sultanla ilişkisi başlar. Sultanın ölümüne kadar ona üç kaside sunmuş ve bu şiirlerinde onu; «Fâtih, muzaffer, küfr ehlinin başını aşağı eğdiren… ilh.» ifadelerle övmüştür.3

EY BENİM ŞİİRİME NAZÎRE DİYEN!

Necâtî Bey’in şiirleri, Türkçe konuşulan her yerde daha kendi sağlığında okunur hattâ bestelenir olmuştur. Onun gerek teknik yönden kusursuz, gerek anlam bakımından mükemmel, gerekse dil yönünden sade ve akıcı şiirler yazması haklı olarak kendi döneminden başlamak üzere birçok şair tarafından takip edilmesine sebep olmuştur. Takipçilerden biri de Mihrî Hatun’dur. Lâtîfî’nin verdiği bilgiye göre Mihrî Hatun’un şiirlerinin çoğu ona nazîredir. Ancak nazîreleri başarısızdır ve kötü birer taklittir. Necâtî, Mihrî Hatun ve onun gibilerin nazîrelerinden o kadar rahatsız olmuş ki rahatsızlığını dile getiren ve ağır bir tenkit ihtiva eden bir kıt’a yazmaktan kendini alamamıştır:

Ey benüm şi‘rime nazîre diyen
Çıkma râh-ı edebden eyle hazer

Dime kim uşda vezn ü kâfiyede
Şi‘rüm oldı Necâti’ye hem-ser

Harfi üç olmağ ile ikisinün
Bir midür filhakîka ‘ayb u hüner4

Ahmed Paşa karşısında son derece mütevazı bir tutum sergileyen şairin diğer bir şair karşısında hakarete varan ağır ifadeler kullanması acaba nedendir? Birinden çekinip diğerinden çekinmediği için midir? Yoksa birinden küçük, diğerinden büyük olduğu için midir? Ya da birinden menfaati olup diğerinden olmadığı için midir? Bu tutumun çok farklı sebepleri olabilir, ancak bizim aklımıza en yatkın olanı sanat kaygısından olmasıdır. Büyük sanatkârlar para, makam gibi her konuda taviz verebilirler, bu konularda başlarına gelenleri hoş görebilirler ama sanat, bilgi, estetik ilh. meseleler söz konusu olunca en küçük bir kusuru bile affedemiyorlar, bu konulardaki hassasiyetlerini kılıçtan keskin, oktan delici kalemleriyle ortaya koyuyorlar. Fuzûlî’nin; «Kalem olsun eli ol kâtib-i bed tahrîrin» mısraıyla başlayan şiirinde olduğu gibi Necâtî de şiirine nazîre yazanı edebe çağırıyor, vezin ve kafiye benzerliğiyle bir şiirin kendi şiirine benzeyemeyeceğini belirtiyor. Necâtî, nazîrelerin vezin ve kafiye benzerliğinden öte gitmediğini söylemiş ve bu tenkidini bir örnekle daha da ağırlaştırmıştır. Verdiği örnek şudur:

Harf sayıları bakımından «ayb» ve «hüner» kelimeleri aynıdır5 fakat onların harf sayılarının eşitliği dışında benzer tarafları yoktur. Tam tersine anlamları bir birine zıttır. «Hüner» kelimesi sanat, estetik, kabiliyet… anlamlarında olumlu; «ayb» kelimesi ise kusur, kusurlu… anlamlarında olumsuzdur. Esasen Necâtî Bey verdiği bu örnekle Mihrî Hatun’un veya diğer başarısız nazîrecilerin şiirlerinin vezin ve kafiye benzerliğinden başka hiçbir yönden kendi şiirine benzemediğini, kendi hünerli, sanatlı, şiirinin yanında onlarınkilerin kusurlu ve şekli aşamamış denemeler olduğunu ifade etmiştir. Böylece şiirde poetik tercihlerini de ortaya koymuştur.

SON SÖZÜN BANA DAİR OLSUN

Necâtî Bey Dîvânı’nı tahlil ederek onun şiirleri üzerinde en önemli tetkiki yapan Mehmet ÇAVUŞOĞLU, onun hakkında bilgi veren tezkirelerden çıkardığı sonucu şu bir cümleyle özetlemiştir:

“Necâtî, Türk şiirine şahsiyet vermiş, millî ruh ve zekâmızın mührünü basmıştır.”

Necâtî Bey hakkında bizim de son sözümüz onun son şiiri ve bu şiirinin ortaya çıkış hikâyesi ile olsun. Âşık Çelebi’nin nakline göre Necâtî, sekerât-ı mevt hâlinde iken rüyasında Hazret-i Peygamber’i görüp, O’nun;

“Son sözün Bana dair olsun.” emr-i şerîfi üzerine 48 beyitlik bir na’t yazmıştır.

1509 yılı bahar başlarında ölen Necâtî Bey, umarız bu mükemmel na’tı ile kurtuluşa erenlerden olmuştur. Na’tının bazı beyitleri ile yazımızı bitirelim.

KASÎDE-İ NA’T-I RASÛL

Şu söz kim ola misâl-i kelâm-ı ehl-i kemâl
Selâsetinde hacîl ola Selsebîl ü Zülâl

Şu söz ki zemzeme-i Âhiru’z-zemân ola ol
Gönülde can gibi saklaya ehl-i vecd ü hâl

Sezâ durur k’ola bezl-i medâyih-i Ahmed
Senâ vü mekrümet-i mahmidet aleyhi ve âl

Vücûdıdur viren âhır zemâna zîb ü şeref
Nite ki îd-i hümâyûn ile meh-i şevvâl

Duâ gibi çıkarup bir nefesde gök yüzine
Yine yir ehline rahmet gibi ider inzâl

Gel ey Hulâsa-i Kevneyn ü Fahr-i Mahlûkat
Habîb-i Hazret-i Bârî Mu’în-i Ümmet-i Dâl

Ne şübhe Fahr-i Rusül efdalü’l-beşer sensin
Cemî-i kevn ü mekân zerre zerre şâhid-i hâl

Sana mütâba’at içün kıyâma turdı şecer
Rükû’a vardı sipihr ü sücûda indi cibâl

Za’îf ümmeti zulmetde komamağ içün
Ziyâ vü nûrun ile arş ü ferş mâlâmâl

İzârunun arakından eser durur ne aceb
Çemende bülbüle güller iderse gunc u delâl

Gel ey saâdet-i fakr ile fahriden hâce
Şefâatün durur ümmet içinde re’sü’l-mâl

Eyâ Nebî seni medh eylemek ledünnîdür
Hurûf-i lâfz ile mümkin ola mı emr-i muhâl

Sipihr-mertebe Sultân Bâyezîd ol kim
Siriştedür hüner ile zihî firişte-hisâl

Ana raiyyet olup Mustafâ’ya ümmet olan
Mukarrer iki cihan devletine buldı visâl

Cemî-i âlemün oldur duâsı cân ile kim
Bu intizâm ola tâ haşre dek ber-în-minvâl

Müsâadet ide ömrine dîn-i hakk-ı Rasûl
Müsâraat ide emrine ihtimâm-ı ricâl

1 İskender PALA, Necâtî, Timaş Yay., İstanbul 1998, s. 12-13.

2 Necâtî Bey ve dîvânı üzerinde ilk ve önemli çalışmalar şunlardır: Ali Nihad TARLAN, Necâtî Bey Dîvânı, İstanbul 1963; Mehmet ÇAVUŞOĞLU, Necâtî Bey Dîvânı’nın Tahlili, Kitabevi Yay., İstanbul 2001.

3 Mehmet ÇAVUŞOĞLU, a.g.e., s. 19-20.

4 Mehmet ÇAVUŞOĞLU, a.g.e., s. 33.

5 Burada kastedilen harf sayısı Arap harfli Türk alfabesine göredir. «Ayb» kelimesi «ayın-ye-be» harflerinden; «hüner» kelimesi «he-nun-rı» harflerinden oluşur. Her ikisi de üçer harftir.