Tefekkür Ufkunda İnsan CENNET YOLUNDA…

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ

Âdem -aleyhisselâm-, cennette yaratıldığı için orada daimî kalmak istedi. Çünkü nice güzellikler ve sayısız nimetler vardı. Fakat Allâh’ın emrini unuttu; yasak meyveden yedi ve cennetten çıkarıldı.

Cenâb-ı Hak, dilese hemen tevbeye sarılan Âdem -aleyhisselâm-’ı cennetten çıkarmazdı, onu affederdi. Ancak insanoğlu için takdir edilen bir murad-ı ilâhî vardı.

Buna göre;

İnsanoğlu dünyaya indirilecek, bin bir nefsaniyet ve iblisin desise imtihanlarından geçirilecek ve kazanabilirse cennete döndürülecekti. Tâ ki insanoğlu cennetin ve Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz nimetlerinin kadrini daha iyi idrak etsin. Çünkü insan, mahrumiyetini çekmediği nimetlerin değerini mahrumiyetini çektiği nimetler kadar idrak edemez.

Nitekim cennette yaratılan Âdem -aleyhisselâm-, cennete mest idi. Oradan ayrı düştüğünde cennetin ve oradaki ilâhî nimetlerin kadrini daha iyi idrak etti ve tekrar oraya dönmek için bir ömür çırpındı. Tevbesiyle, kulluğuyla Hakk’a lâyık bir hayat yaşadı. Son nefesini bir kavuşma ânı olarak ömrünce bekledi. Nihayet son nefesinde cennetlik bir peygamber olarak Hakk’a kanat açtı.

Onun neslinden gelen âdemoğullarından bu hakikati idrak edemeyenler, dünyada ömürlerinin daima uzun olmasını isterler. Hattâ kimileri hiç ölmemek ister; «Kıyâmete kadar ömrüm olsun.» arzusunu taşır. Böylelerinin dünyaya meftunluğu cennetten habersiz oluşlarındandır. Eğer onlar cenneti bilselerdi, dünyadan bir an evvel oraya gidebilmenin iştiyak ve hasreti içinde yanıp tutuşurlardı. Nitekim bütün Hak âşıkları, böyle bir iştiyak içinde olmuşlardır.

Düşünmeli ki, 124 bin küsur peygamber, birçok dostlarımız ve akrabalarımız öbür âlemde. Hepsinden öte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- orada. Bunun içindir ki âşık sahâbîler, O’na kavuşmanın aşkıyla yanardı. Son nefesleri yaklaşmakta olan hasta bir sahâbîye ziyarete gidenler; “Allah Rasûlü’ne bizden selâm söyle!” diyerek onu teselli ederlerdi. Onun da sîmasında tebessümler belirirdi. Rivayet edilir ki;

Muhammed bin Münkedir, son demlerini yaşayan Hazret-i Câbir’i ziyaret etmişti. Onun, vefat etmek üzere olduğunu hissedince, Peygamber Efendimiz’in hasretiyle yandığını bildiği Hazret-i Câbir’e şöyle dedi:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bizden selâm götür!” (İbn-i Mâce, Cenâiz 4)

Bütün mesele onlar gibi Hazret-i Peygamber aşkıyla ve sâlih amellerle dolu bir ömür yaşayabilmek. Çünkü o ömrün mükâfatı, ancak cennet-i âlâdır.

Bu sebeple o ilâhî mükâfatın değerini idrak ederek amel-i sâlih ömrü yaşayanlar bile, vefatlarından sonra oradaki makamlarını ve daha ulvî makamları görünce daha fazla sâlih amel işleyebilseydim diye hasret çekeceklerdir. Hattâ şehidler de. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Onlar (şehidler), keşke dünyaya (tekrar) gelsek de tekrar şehid olsak, Allâh’ın bu güzel ikramına tekrar kavuşsak diye can atarlar.”(Buhârî, Cihâd 6)

Cennet, işte kullara yarın daha böyle nice iştiyaklı cümleler söyletecek bir ilâhî lütuf mekânı. Allah, insana işte böyle bir mükâfat ve ikram hazırlamış. Fakat bunun bir bedeli var. Cennet yolunda bizden bu bedeli ödememizi istiyor. O nimete liyakat için bir gayret göstermemizi emir buyuruyor. Çünkü;

HER NİMETİN BİR BEDELİ VARDIR;

Basit bir alışverişte bile evvelâ bizden alacağımızın bedelini isterler. Şayet ödersek, almak istediğimizi elde ederiz.

O hâlde düşünelim:

Yaratılışta insan olarak dünyaya geldik. Fakat bir solucan olarak da gelebilirdik. Duvardaki bir böcek olarak da. Onlarda da can var. Onları da, biz insanları da yaratan Allah.

Ama Cenâb-ı Hak, bize büyük bir ikramda bulundu ve bizi insan olarak yarattı.

Dahası;

Müslüman bir sülâleden geldik. Bu da Allâh’ın ikramı… En seçkin ümmet olan ümmet-i Muhammed içindeyiz, bu da Allâh’ın ayrı bir ikramı.

Hep ikram, ikram, ikram… Nimet, nimet, nimet…

Bütün bunlar elbette ki bedelsiz değil. Hepsinin ayrı ayrı bedeli var. Bunları ödemeliyiz ki yine Allâh’ın lütfuyla cennete lâyık olalım.

Nedir bunca nimetin bedeli?

Ayrı ayrı onca nimetin bedeli aslında hep aynı: Sadece ve sadece Allâh’a güzel bir kul olabilmek. Bu cevap söyleyişte çok kolay, ancak yaşayışta çok zor olan bir hakikat. Dolayısıyla hayatı istikamet üzere yaşabilmek için tefekkür merkezimiz olan;

AKLI, DOĞRU KULLANMAK ŞART…

Akıl, insana bahşedilmiş bir malzemedir ve bu malzemeyi güzel ve doğru kullanmak insanlığın gereğidir. Çünkü insan, aklıyla insan olur. Öyle ki aklı olmayan kimse, diğer varlıklar gibi hiçbir şekilde mükellef değildir.

İşte akıl böylesine kıymetli bir nimet. Rivayete göre Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem’i yarattığında ona şu üç nimeti takdim eder:

1. Akıl, 2. Îman, 3. Hayâ.

Sonra da bunlardan birini seçmesini ister. Hazret-i Âdem, Cebrâil’in de yönlendirmesiyle aklı seçer. Çünkü aklı olmayanda ne îman olur, ne hayâ. Çünkü îman da hayâ da ancak akıl mevcut olursa var olur.

Ancak akıl, kaygan bir sabun gibidir. Onu iradeli, dengeli ve doğru bir şekilde kullanmak, en zor meseledir.

Fakat ne gariptir ki hissiyatına mağlûp olan herkes, kendi aklını başkalarından daha iyi kullanabildiğini zanneder.

Oysa akıl ve idrak sahipleri, ancak peygamberlerin getirdiği vahiydeki hikmet ve sır ile yaşayabilenlerdir. Yani aklı gönül toprağında hizmetçi kılıp kalb-i selîme ererek güzel bir kul olabilenlerdir. Kısaca ifade edecek olursak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinden gidenler, aklını en güzel şekilde kullanıyor demektir. Tefekkür sahibi saf bir kimse eğer hidâyete ermişse, yeryüzünün en akıllı insanlarından demektir. Ancak hidayeti bulamamış olan dehâ derecesinde nice zeki kimseler ise, yeryüzünün en ahmaklarından demektir.

Bunun içindir ki akıl sahiplerine Kur’ân-ı Kerim’de sık sık şöyle seslenilir:

«DÜŞÜNMEZ MİSİNİZ?»

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de devamlı tekrarladığı bir sualdir bu. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber’in ve daha önceki peygamberlerin getirdiği tevhidi ve ilâhî hakikatleri hatırlatarak insanoğluna soruyor:

“Düşünmez misiniz?” (Hûd, 30; Mü’minun 85 vd.)

“Akıl erdirmez misiniz, aklınızı çalıştırmaz mısınız?” (Hûd, 51; Mü’minun, 80 vd.)

Bu sualleri idrak etmek için insan önce kendisine şunları sormalı:

Niçin dünyaya geldin?

Niçin yaşıyorsun?

Kimin mülkündesin?

Rızkını veren kim?

Sana toprakta neden bu kadar çeşitli rızıklar hazırlanıyor? Hepsini saymaya tâkat yetmez. Meselâ koyunları düşün! Onlar niye senin için dünyaya geliyorlar? Biliyorsun ki koyunun hemen her şeyi senin için. Neden?

Sonra;

Tavuğun yumurta yapması da senin için… Arının bal yapması da senin için… Acaba niye? Neden? Niçin?

Bunları derin derin tefekkür edebilirsek, hidayet ve Hakk’a vuslat yolu olan cennet yolunda koşmaya başlarız. Cenâb-ı Hakk’ın bize emrettiği Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm yoluna sımsıkı sarılır ve nefeslerimizi zikrullah ile yıkarız. Çünkü ancak bu şekilde rûhumuz derinleşir, Allâh’a olan îmanımız, heyecanımız artar ve bu sayede güzel bir kul olabiliriz.

Bu kıvama gelmemiz için Cenâb-ı Hak, bize tefekkür derinliği kazandıracak nice sırları âşikar etmektedir. Bildiğimiz-bilmediğimiz sayısız âlemlerde sayısız tecellîler var. İçinde yaşadığımız şu âlemde nereye baksak;

İLÂHÎ SANAT HÂRİKALARI…

Kimya ilmi, suya H2O diyor; yani iki hidrojen, bir oksijen. Biri yanıcı, biri yakıcı. Eğer oksijen ve hidrojen serbest kalsa hayat mümkün müdür? Her şey birbirine girer. Ancak ne büyük sanat ve kudrettir ki Cenâb-ı Hak, yanıcı ile yakıcıyı birleştiriyor ve onu, yani suyu, hayat kaynağı hâline getiriyor. Sonra buna dikkat çekerek:

“Düşün, akıl erdir, tefekkür et!” buyuruyor.

Bilinenlerden çok bilinmeyeni olan bir âlem içindeyiz. Atoma bakalım:

Elektron, nötron, proton, çekirdek… Hepsi birbirinin etrafında süratle dönüyor. Çekirdeğin etrafında bir elektron saniyede 2000 kilometre hızla dönüyor. Farkında değiliz. Okuyup geçiyoruz. Her zerrede yaşanan bu macerayı bilmekten âciziz. Fizik ilmiyle ancak Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kaideleri bir miktar öğreniyoruz. Bu demektir ki kalp de mânevî ilimlerle, irfan ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşıp ezelî ve ebedî hikmeti görmelidir.

Bir atomu, sonsuz kere büyüttüğümüzde karşımıza sonsuz bir gökyüzü çıkar. Trilyonlarca yıldız… Hepsi döner hâlde, hiç biri diğerine çarpmıyor, semada bir trafik kazası olmuyor, hepsinin vazifesi ayrı.

Aynı şekilde gökyüzü âlemini küçült, bir atom meydana gelir. Cenâb-ı Hak bu ilâhî sanat hârikasıyla;

“Düşünmez misiniz, idrak etmez misiniz, ey akıl sahipleri!..” diye akıllarımıza, vicdanlarımıza hitap ediyor. Hikmetleriyle kalbimizi ve aklımızı irşad ediyor. Kâinattaki zerreden küreye her şey bize hâl lisanıyla konuşuyor. Yeter ki kalbimiz bu kâinatın sessiz hikmet lisanından anlayabilsin! Bunun için gafletten sıyrılmak lâzım. Zira insan gaflete düşünce nefsâniyetin zebunu oluyor ve sadece ten plânında süflî bir hayat yaşıyor. Hazret-i Mevlânâ bu gafleti manidar bir misalle şöyle anlatır:

“Öküzün biri, ansızın Bağdat’a geldi ve şehri bir baştan öbür başına kadar dolaştı. Fakat gözü, yalnız kavun ve karpuz kabuklarını gördü! (Bir medeniyet merkezi olan Bağdat’ın muhteşemliğini ve Dicle’nin ihtişamını görmedi. Zaten öküzlerin ve merkeplerin bu dünyada gördükleri, yemek ve şehvetten başka nedir ki!)

Öküzler ve merkepler; ya yola dökülüp saçılan samanlara, ya ayak altındaki çayır ve çimenlere ya da bir kenara atılmış karpuz ve kavun kabuklarına düşkündür! (Baştan aşağı göz kesilseler de kâinattaki ilâhî sanatın ihtişamını göremezler…)”

Demek ki bakıp da görebilmek, büyük mârifet. Allah bunun için bize göz vermiş…

Gözümüz… Rabbimiz gözlerimize her saniye fotoğraf çektiriyor. Gözümüz her gün bin bir fotoğraf çekiyor ve onları hâfızada saklıyor. Dün gördüğümüz bir şeyi bugün lâzım olunca hâfızamızın raflarından alıyor, hatırlıyoruz. «Dün ben Topkapı Sarayı’na gittim, dün Süleymaniye’de bir namaz kıldım.» diyoruz. Beynimiz gözün her gördüğünü arşive atıyor. Bir vesileyle hatırladığımızda hemen o arşivden çıkarıp göz önüne getiriyor. Hâsılı yaşadığımız müddetçe, göz trilyonlarca fotoğraf çekiyor. Damla kadar bir göz, nice engin ufukları içine sığdırıyor. Yumruk kadar beyin, trilyonlarca kareyi depoluyor.

Ya dil nedir? Bir et parçası… Haydi, sıradan bir et parçasını ele alalım da dile gelsin! Ne mümkün! Fakat bir et parçası olan dil, Allah dileyince istediğimiz şeyi ifade ediyor.

Vücudumuza bakalım. Hücrelerimiz… Hepsi bir âlem, yan yana gelse, bir nokta bile değil. Nasıl teşekkül etti onlar?

Böbreğimiz de küçük bir et parçası. Fakat zehirli ile zehirsizi birbirinden ayırt ediyor. Zehirli ise dışarıya gönderiyor. Zehirsiz ise tekrar vücuda iade ediyor. Böbrekte akıl mı var? Bilgisayarlar mı var? Tahlil lâboratuvarları mı var?

Karaciğerimize bakalım; o da apayrı bir âlem. Yıllardır yediğimiz gıdalar vücudumuzu zehirler idi. Ama karaciğer ilâhî kudretle bundan muhafaza ediyor.

Kalbimize bir bakalım: Elimizi yüz defa sıkıp bıraksak yoruluruz, elimizi bir süre dinlendirmemiz gerekir. Fakat Cenâb-ı Hak, kalbe öyle bir doku veriyor ki, o, ne kadar uzun yaşansa da bir ömür boyu hiç durmadan çalışıyor, yorulmuyor.

İşte bütün bunlar etrafında Cenâb-ı Hak; “Düşünmez misiniz, akıl erdirmez misiniz? Tefekkür etmez misiniz?” buyuruyor.

İçimizde her şeyiyle tastamam küçük bir kâinat mevcut. Dışımızda da onun büyütülmüş hâli, yani büyük bir kâinat var. O kâinat baştan sona;

İLÂHÎ SANAT MÜZESİ

Rabbimiz varlık müzesini tefekkür adımlarıyla gezmemizi istiyor. Çünkü bu âlemde ne varsa, zerreden kürreye her şey ilâhî bir sanat hârikası. Her yer ilâhî bir müze. Her şey bir îcat bedîası. Her tarafta bin bir ilâhî sergi. Rabbimiz, kalbimizin bu ilâhî sergide derin derin düşünerek, tefekküre dalarak dolaşmasını istiyor. Âyet-i kerîmede takdir edilen mü’minleri anlatırken:

“Onlar yerin ve göğün yaratılışını (inceden inceye, derinden derine) düşünürler.” (Âl-i İmrân, 191) buyuruyor.

Çünkü Cenâb-ı Hak, kalbimizin, ilâhî sanat hârikaları arasında tefekkürle dolaşmasını arzu ediyor.

Yeryüzünü düşüneceğiz. İncecik bir toprak tabakası, trilyonlarca varlığı besliyor. Hayvanatı besliyor, milyarlarca insanı besliyor. Her varlık kendine faydalı olanı yiyor, zararlı olanı yemiyor. Kimi otla, kimi etle, kimi leşle gıdalanıyor. Birine zehir olan diğerine şifa oluyor. Her varlığa ilâhî bir sofra hazırlanıyor. Rabbimiz ne güzel buyuruyor:

“Biz senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel netice, takvâ iledir.” (Tâhâ, 132)

“Biz rızkını temin edemeyenlerin de rızkını temin ettik.” (bkz: el-Ankebut, 60)

Sağlam bir kuş bile hasta bir kuşun rızkını taşıyor…

Ne müthiş bir intizam!

Ne müthiş bir ilâhî program!

Kusursuz bir ekolojik denge…

Her şey bu denge içerisinde. Şayet Âdem -aleyhisselâm-’dan âhirete kadar gelecek bütün filler, bir anda gelseydi, bütün dünyayı filler doldururdu. Bütün balinalar bir anda gelseydi, denizleri, okyanusları sadece balinalar kaplardı. Bütün yılanlar-çıyanlar bir anda gelse, ayak basacak yer bulamazdık. Dünya yaşanmaz olurdu.

Aynı şekilde Âdem -aleyhisselâm-’dan son insana kadar bütün insanlar da bir anda gelseydi, yine dünyada ayak basacak yer kalmazdı. Fakat Cenâb-ı Hak mükemmel bir denge içerisinde bütün varlıkları sırasıyla öyle devir-daim ettiriyor ki, hiçbir şey tıkanmıyor. Her şey birbirini tamamlıyor. Bir ormana bakalım;

En mûnis hayvandan, en vahşîsine kadar hepsi bir arada, beraber yaşıyor. Hiç birinin nesli tükenmiyor. Bir balina meselâ, günde bir ton balık yiyor. Yine de o yediği balıkların soyu tükenmiyor. Ekvatorda yaşayan hayvanlar var, tutup onları kutuplara götürsen ölür. Kutuplarda yaşayanlar var, onları da alıp ekvatora götürsen, onlar da orada yaşayamaz.

Diğer taraftan düşünmeliyiz ki; bastığımız toprak Âdem -aleyhisselâm-’dan bugüne kadar toprağa dönmüş milyonlarca cesetlerin terkibi içinde. Sanki milyonlarca gölgenin üst üste çakışması gibi. O hâlde toprak üstünün nefsânî saltanatına aldanmayalım ki toprak altının horluğuna düşmeyelim…

Hasılı bütün her şey, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin sonsuzluğunu sergiliyor. Allah, bize bu sayısız hikmet tecellîleri ile mârifetullâhı anlatıyor. Bunun içindir ki tefekkür, pek büyük bir ibadettir. Âyette buyurulur:

“Siz takvâ sahibi olun ki, Allah size (bilmediklerinizi) öğretiyor… (Mârifetullahtan nasipler ihsan ediyor, yani kâinattaki hikmet, ibret ve sırlara âşina kılıyor.)” (el-Bakara, 282) Bu lütfa şükrâne olarak;

ZERREDEN KÜRREYE HER ŞEYDE HİKMET VE İLÂHÎ KUDRET AKIŞLARINDAN NASİP ALMALIYIZ…

Yani her şeyi “bizi yaratan Rabbimiz’in adıyla” okumalıyız. Böyle okumalıyız ki, sır ve hikmet tecellîlerine nâil olabilelim.

Her ilimde ayrı ayrı hikmetler gizlidir. O ilimleri tahsilde en temel maksat da zaten o hikmetlere âşina olmak ve ehl-i irfan olarak yaşayabilmektir. Dolayısıyla coğrafya okurken de tefekkürde derinleşecek ve Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azametini düşüneceğiz. Dünya eksen eğikliği 23 derece 27 dakika değil de 22 derece olsa ne olurdu? Elbette iklimler alt üst olur, dünya yaşanmaz bir gezegen olurdu. Havada biraz oksijen azalsa ne olur, artsa ne olurdu? Elbette ki damarlar patlar, bütün varlıklar kan-revan içinde kalırdı. Bütün varlıkların uzuvları infilâk ederdi.

Bu ve benzeri ilâhî tecellîleri idrak edebilmek, ancak takvâ mektebinde okumakla mümkündür.

Âyet-i kerimelerde Cenâb-ı Hak; “Göğü tavan kıldık.” (Bakara, 22; Enbiyâ, 32) buyuruyor.

Atmosfer bir delinse ne olur? Fezadan bir sürü maddeler dünyamıza doğru geliyor, fakat atmosfer onları engelliyor.

Diğer taraftan güneşi düşünelim. Eğer o koskoca ateş parçası gelişigüzel dolaşsa kâinatı nasıl yakardı?

Yine Cenâb-ı Hak, dünyanın ortasında bir ateş okyanusu yarattı. Mağma diyoruz ona, yanardağlar oradan fışkırıyor. Bir tüpün gazını atması gibi, o içini birden atsa, dünya nasıl kavrulur giderdi. Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla iki ateş arasında; mağma ile güneş arasında nasıl huzurlu ve rahat bir hayat yaşayabiliyoruz? Cenâb-ı Hak, yerin ve göğün yaratılışını düşünmemizi istiyor.

Düşünebiliriz ki nefs içimizdeki mağma, iblis de dışımızdaki cehennem yangını. Bu durumda şayet nefis ve iblis engelini bertaraf edebilirsek, ancak o zaman mânevî dünyamız huzur içinde olur. Kalbimiz, Cenâb-ı Hak’la dostluk kurar. Böyle bir dostluğun müjdesini de Cenâb-ı Hak şöyle bildirmektedir:

“İyi bilin ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yunus, 62)

Gökyüzü ne kadar, biliniyor mu? Ne kadar yıldız var, biliniyor mu? «Sahralarda ve denizlerde ne kadar kum tanesi varsa, o kadar yıldız var.» deniliyor. Aradaki mesafeler ne kadar, kaç kilometre biliniyor mu? Sonsuz… Işık yılı deniyor. Yani saniyede 300 bin kilometre mesafe alan ışıkla o kadar seneler tarif ediliyor. Aklın varamayacağı sonsuzluk âlemi… Âyet-i kerîmede buyuruluyor:

“Hayır; yıldızların yerleri üzerine yemin ederim; ki bunun ne büyük yemin olduğunu bir bilseniz!” (el-Vâkıa, 75, 76)

Bir rakam yazsak, onun sağına bütün sıfırları koysak, kâinatı bütün sıfırlarla doldursak, o mesafeyi okuyabilecek miyiz? Kâinatı öyle bir dolaşacağız ki, bir hiç olduğumuzu göreceğiz. Allâh’ın bize olan lütuflarını göreceğiz. Her an: “Aman yâ Rabbi!” diyeceğiz. Allâh’ın bize verdiği nimetleri düşüneceğiz. Bu kadar mahlûkat bize çalışıyor. Âyet-i celîlede:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13) buyuruluyor.

Yani şu kâinat müzesinde uyanık bir gönülle dolaşabilmek ve tefekkür ederek görebilmek meselesi, tekrar tekrar hatırlatılıyor.

Niçin? Elbette ki en güzel şekilde kulluk için. Kullukta da en mühim mesele;

 

HAYATIN HER SAFHASINDA ALLAH İLE OLMAK

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Onlar ki Allah’ı gâh ayakta dîvan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikrederler.” (Âl-i İmrân, 191)

Allâh’ı unutmayacağız. Allah bize ne kadar yakın? Âyetteki ifadesiyle: «Şah damarından daha yakın…» (Kaf, 16) Peki, biz Allâh’a ne kadar yakınız?

Bunu anlamanın en doğru ölçüsü, nasıl yaşadığımızdır. Nitekim bu gerçeği yansıtmak üzere ilâhî kameralar her hâlimizi çekiyor. Onlar her ânımızı, her günümüzü kaydediyor. Kim bilir her gün nice kasetler dolduruyoruz. Bu kasetler kıyâmet günü açılacak:

“Bugün oku kitabını, sana nefsin kâfîdir.” (İsrâ, 14) denilecek.

Yeryüzü bize şahitlik edecek. Âyetteki ifadesiyle;

“Yer o müthiş depremiyle sarsıldığı zaman… Toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan; «Ne oluyor buna!» dediği vakit, O gün yer, Rabbinin ona vahyetmesiyle haberlerini anlatacaktır.” (ez-Zilzâl, 1-4)

O gün yeryüzü, bülbül gibi şakıyan bir dil kesilerek diyecek ki:

“Burada namaz kıldı. Şurada çelme taktı, burada bir omuz vurdu; şurada bir hayır-hasenat yaptı, şurada bir gönül aldı; şurada bir gönle bir diken batırdı; şurada bir mazlumdan âh aldı…”

Aynı şekilde gözler, kulaklar, deriler konuşacak.

Müdahale etmek, bizim lehimize konuşmalarını sağlamak ne mümkün! Onlar her şeyi olduğu gibi anlatacaklar. Eğer gerek yeryüzünün gerekse uzuvlarımızın kıyâmet gününde bizim istediğimiz ve memnun olacağımız şekilde konuşmalarını istiyorsak, ona göre bu dünya hayatında bir yağmur damlası gibi tertemiz bir hayat, ihsan makamında bir kulluk ve ibadetle yoğrulmuş bir ömür yaşamalıyız.

Yani bugünden kendimize sormalıyız;

Nereye gitmek istiyoruz, yolculuğumuz nereye olsun? Çünkü ne şekilde bir cevap veriyorsak, o şekilde bir hazırlık içinde oluruz…

Ramazân-ı şerif iklimi ve bereketine mazhar olduğumuz şu mübarek günlerde, Rabbimiz, cümlemize rahmet ve mağfiretiyle muamele buyursun. Ramazân-ı şerîfi îman ile Kur’ân ile, Hakk’a lâyık oruçlarla değerlendirebilmeyi ve nihayetinde cehennemin şerrinden kurtulmayı nasip eylesin.

Azamet, sanat ve kudret akışlarını sergileyen ilâhî bir müze olan şu kâinatta tefekkür ve hikmet deryalarından sonsuzluk incileri dermeye muvaffak kılsın…

Âmîn!..