Senede On Dirhem Ödeyecek

Handenur YÜKSEL

Büyük hadis âlimi İmam Buhârî, 810 yılında Buhara’da doğdu. On altı yaşına geldiğinde birçok eseri ezberine almış bulunuyordu. 16 yılda meydana getirdiği ve halk arasında Sahîh-i Buhârî adıyla bilinen kıymetli eseri 600 bin civarında hadîsin içinden seçti. Hadisleri yazmadan önce mutlaka gusül abdesti alıp iki rekât namaz kıldığını söyleyen İmam Buhârî, bundan 1137 yıl önce 1 Eylül 870’te Semerkant’ta vefat etti.

***

İmam Buhârî’nin birinden 25 bin dirhem alacağı vardı. Bu şahıs, borcunu uzun süredir geciktiriyor, ödemiyordu. Yakın dostları, yöneticilere başvurmasını, alacağını onların yardımıyla tahsil etmesini tavsiye ettiler. Buhârî şöyle cevap verdi:

“Eğer onlardan yardım istersem, onlar da benden işlerine geldiği gibi fetva vermemi isterler; dünya için dinimi satamam!”

Bazı dostları, buna rağmen konuyu yetkililere duyurdular, adam tutuklandı. Durumu haber alan İmam Buhârî, yetkililere ricada bulunarak borçlusuna kötü davranılmamasını istedi ve onunla bir anlaşma yaptı. Anlaşma şöyleydi:

Borçlusu bundan böyle kendisine, borcuna karşılık her yıl on dirhem ödeyecekti!

GÖLGELİK EMRETMİŞTİM!

Dokuzuncu Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim 1470’te Amasya’da doğdu. 1512’de 42 yaşında iken tahta geçerek, 1514’te Şah İsmail’i mağlup etti. Bu savaşla Anadolu’nun doğusu Osmanlı topraklarına katıldı. 1516’daki Mercidâbık Savaşı sonunda ise, Anadolu’nun güneydoğusu ile Şam dâhil olmak üzere bütün Suriye toprakları Osmanlı’nın eline geçti. Daha sonra Kudüs’ü fethederek çölü geçen Sultan I. Selim, Ridaniye zaferiyle Mısır’ı Osmanlı ülkesine kattı. Mekke şerifinin gönderdiği heyeti kabul ederek, «Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn» unvanını aldı. Bu büyük Osmanlı hükümdarı sekiz yıl süren kısa hükümdarlığının ardından 22 Eylül 1520’de vefat etti.

***

Yavuz Sultan Selim, gösteriş ve ihtişama önem vermez, sadeliği sever, sade giyinirdi. Kendisi için fazla para sarfıyla lüks şeyler yapılmasını istemezdi. Bütün emeli devlet hazinesini, her ihtimale karşı dolu bırakmaktı.

Sultan, Sarayburnu ile Sirkeci arasındaki sahile basit bir köşk yapılmasını emretmiş, bunun üzerine bu mevkie Yalıköşkü inşa edilmişti. Sultan bir gün burayı gezerken, köşke çok masraf edildiğini görüp canı sıkıldı. Defterdar Abdüsselâm Bey’e:

“–Ben bu kadar sarf için ruhsat vermemiştim, sadece bir gölgelik yapılsın, diye emretmiştim!” şeklinde gürledi.

Defterdarın korkudan gözleri büyüdü:

“–Sultanım!” dedi. “Köşkü kendi malımdan hediye olarak yaptırmıştım, lütfen kabul edin!”

Canını böyle kurtarabildi.*

YÜZÜĞÜN TAKILDIĞI PARMAK

Nevşehirli İbrahim Paşa 1662’de Bosna’da doğdu. Enderun’a alınıp, orada yetişerek Silâhtâr-ı Şehriyârî oldu. Diyarbekir, Şam ve Mısır valiliklerinde bulundu. Sultan III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan ile evlenerek tarihe «Damat» olarak geçen İbrahim Paşa, Sadrazam olunca bir dizi reforma girişti, yeniçeri ağaları da dâhil olmak üzere devletin üst kademesinin maaşlarında dolaylı bir indirim yaptı. Kötüye giden ülke ekonomisini düzeltmek amacıyla, ilk defa paranın değerini düşürdü.

Damat İbrahim Paşa, zeki bir yönetici, şair ve hattattı. İlk devlet matbaası onun döneminde açıldı, anıt-çeşmeler, saray ve camiler yapıldı. 28 Eylül 1730’da, siyasî düşmanlarının kendisine karşı birleşmesi ve esnafın da katılımıyla çıkan isyan sonucu öldürüldü.

***

Sultan III. Ahmed kendisine hediye edilen çok kıymetli, zümrüt bir yüzüğü, dîvan toplantısındaki vezirlerine göstererek:

“–Acaba bundan kıymetli bir şey var mıdır?” diye sordu.

Vezirleri şöyle cevap verdiler:

“–Sıhhat ve afiyetle takınız Sultanım, bundan değerli bir şey olamaz.”

Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa itiraz etti:

“–Bundan kıymetli bir şey vardır padişahım!” dedi.

Hükümdar merakla sordu:

“–Ne ola ki?”

“–O yüzüğün takıldığı parmak hünkârım!”

İKİNCİ BEYTİ BEN YAZMIŞTIM!

Edebiyat tarihçisi Prof. Dr. Ali Nihad TARLAN 1898’de İstanbul’da doğdu. Vefa Sultanîsi’nde okudu. Darülfünun’un Lisan Fakültesi’nin Fransızca ve Farsça bölümlerini bitirdi. Beşiktaş ve Kabataş liselerinde öğretmenlik yaptı. Daha sonra Edebiyat Fakültesi’ne geçerek Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde doçent, ardından 1942’de profesör oldu. Fakültede uzun yıllar «Eski Türk Edebiyatı» dersleri okuttu. 30 Eylül 1978’de İstanbul’da vefat etti. İnceleme ve monografi araştırmalarına ilaveten şiir ve nesir üzerine de makaleler yazdı. Edebî Sanatlara Dair, Şeyhî Dîvânı’nı Tetkik, Dîvan Edebiyatında Tevhidler, Metinler Şerhine Dair, Necâti Bey Dîvanı, Ahmed Paşa Dîvanı ve Zâtî Dîvanı eserlerinden bazılarıdır.

***

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde metin şerhi okutan Ali Nihad Hoca, ders sırasında bir beytin açıklamasını yapıyordu. Öğrencilerden biri sordu:

“–Acaba, sizin bu beyit hakkındaki söylediklerinizi şair düşünmüş müdür?”

Hoca cevap vermedi. Tahtaya hemen ikinci bir beyit yazarak açıklamasını sürdürdü. Öğrenci yine itiraz edip,

“–Şairin bu şekilde düşünmüş olabileceğinden nasıl emin olabiliyorsunuz?” diyerek ukalalığını sürdürünce, Tarlan Hoca şu açıklamayı yaptı:

“–Emin olabilirsiniz evlâdım, çünkü bu ikinci beyti ben yazmıştım!”

YAZIMI HERKES TANIR!

Şeyh Hamdullah, rivayete göre 1429 yılında Amasya’da doğdu. Kendine has üslûbu ile «Kıbletü’l-Küttab» diye anıldı. Hüsn-i hat, onun elinde o derece güzelleşti ki, sanatına yaklaşabilen az oldu. Şehzadeliği sırasında Amasya valisi olan Sultan Bayezid, tahta geçince onu İstanbul’a davet etti. Bunun üzerine Dersaadet’e yerleşen Şeyh Hamdullah, önce saray kâtibi, sonra da saray hüddamlığına muallim oldu. Hattatların pîri sayılan Şeyh, aynı zamanda iyi bir ok atıcısıydı. Başarıları sebebiyle padişah tarafından Ok Meydanı Atıcılar Tekkesi Şeyhliği’ne tayin edilen Şeyh Hamdullah 1526 yılında, (bir rivayete göre Eylül’de) yaşı doksanın üstünde iken vefat etti, kabri Karaca Ahmed mezarlığındadır.

***

Hat sanatında, Sultan II. Bayezid döneminin en büyük üstadı Şeyh Hamdullah idi; buna rağmen yazdığı eserlere imza koymazdı. Padişah bir gün kendisine:

“–Üstad, şâheserlerinize niçin imza koymuyorsunuz?” diye sordu.

Şeyh Hamdullah şöyle cevap verdi:

“–Buna lüzum yok hünkârım, çünkü herkes yazımı tanır.”

Ondan sonra gelenler, hiçbir zaman onun seviyesine çıkamadılar.

* Uzunçarşılı, c. 2, s. 292