Mekke’de Bir Ev – I

Ali HÜSREVOĞLU

Kureyş’in en halim-selim, aynı zamanda en akıllı adamlarından biriydi aslında Süheyl bin Amr. Fakat önce büyük oğlu Abdullâh’ın, sonra küçük oğlu Ebû Cendel’in Müslüman olmalarına tahammül edemeyerek ikisini beraber evinde zincire vurmuş cezalandırıyordu.

Baba evinde zincire vurulu günler iki kardeş için de hem haysiyet kırıcı, hem oldukça sıkıntılı olarak sürüp gidiyordu. Kureyş’in en cömertlerinden olarak bilinen Süheyl’in oğullarına açlık cezası vermesi, babasına düşkün olan Ebû Cendel’i çileden çıkarıyor, fakat o saygıyı elden bırakmıyordu. Bu süre içinde Abdullah, ateşli bir mü’min olarak babasına inandığı her gerçeği çekinmeden söylüyordu. Baba Süheyl oldukça gergin ve çaresizdi. Ne yapsa oğullarını Müslümanlıktan vazgeçiremiyordu. Oğul Abdullâh’ın kararlı ve kesin tutumu babasını zaman zaman çileden çıkarıyor, Abdullâh’ın daha uzun süre aç bırakılması emrini veriyordu. Bunu gurur meselesi yapan Abdullah yemeyi-içmeyi bırakmıştı. Bundan telâşlanan kardeşi Ebû Cendel onu yemeye-içmeye zorluyor, bir Müslüman’ın kendisini aç bırakarak ölmesinin dinimize uymayacağını hatırlatıyordu.

Bir defasında Süheyl, oğlu Ebû Cendel’e Abdullâh’ın yemezse öleceğini, bunun da kendisi için bir utanç sebebi olacağını, hiç olmazsa ölmeyecek kadar yemesi yönünde Abdullâh’a baskı yapmasını öğütlüyordu. Ebû Cendel ise, bunun Süheyl’e utanç vesilesi olmayacağını, üstelik iftihar vesilesi olacağı yönünde lâf dokunduruyordu:

“Kureyş’in sayılı cömertlerinden birinin evinde, hele zincirler altında yenen lokmalar ne kadar da yarar!!” diyordu.

DÜŞÜNCE DURAĞI

Halk arasında bir söz vardır:

«Ben yanarım yavruma, yavrum yanar yavrusuna.» Buna göre, babanın evlâdına merhametinin, evlâdın babaya merhametinden daha fazla olması fıtrat gereğidir. Burada baba, fıtratın gereğini yerine getiren evlâdına yine fıtratın gereğini yapmıyor da kendi evini işkence yerine çeviriyor. Eğer oğlu bunu babasına yapsaydı Mekke’deki yaygarayı acaba kim durdurabilirdi? Evlâdın Yaratıcı’sına îman edip doğru yolu bulmasının babasına ne zararı vardı ki baba baskı uyguladı ve bunu yıllarca sürdürdü? Şirk mantığı bir anda insana bu kararı verdirebiliyordu. Eğer Müslümanlık -hâşâ- böyle bir emir verseydi acaba şirk tarafı ne yapardı? Oğul, buna kendi kendine karar verseydi, acaba; «Dinim bu konuda bana neyi emrediyor?» sorusunun doğru cevabını almadan bir şey yapar mıydı?

Bunun bir benzerini farklı şekilde Sa‘d Bin Ebî Vakkas yaşamıştı. Oğlunun Müslüman olduğunu duyan annesi ölüm orucuna başlamış, oğlu şirke ve küfre geri dönmediği müddetçe yiyip-içmemeye karar vermişti.

Abdullah ile Ebû Cendel’in babası ve Sa‘d’in anası aslında hakları olmayan bir şeyi çocuklarından istiyorlardı. Sa‘d, annesinin hizmetini güzellikle görmeye devam ediyor, kendi kararını yumuşak bir dille ifade ediyordu:

“Anacığım, benim dinimden dönmem için kendini boş yere üzme. Benim, hiçbir zaman dinimden dönmeyeceğime şimdiden inan ve kendine işkence etme.”

Sa‘d’ın küfre geri dönmeyeceğini anlayan anası ölüm orucunu bıraktı. Ancak Süheyl, çocuklarının küfre dönmeyeceklerini bildiği hâlde işkenceyi bırakmadı.

Bu bana, Yahya Kemal’in şu rubâîsini hatırlattı:

Bir kādir-i mutlak eylemişken tanzîm
Devran görünür her kula bir türlü sakîm
Her kul verebilseydi merâmınca nizām
Her devrini eylerdi cahîm içre cahîm (Rubâîler, s: 26)

Mekke müşrikleri Süheyl’in oğullarına yaptığı bu işkenceyi biliyorlardı. İçlerinden insaniyeti ağır basan veya vicdanını öne çıkaran birisi, denemek için de olsa:

“Bunlar seni yoruyorlar. Dinlerinden dönecekleri de yok. Müsaade et, işkenceyi senin yerine biz devam ettirelim.” deseydi, acaba Süheyl aynı duygulara sahip olmayı sürdürebilecek miydi? Ne yazık ki koskoca Mekke’den bunu diyecek kimse çıkmamıştı. Hâlbuki çok yakın bir geçmişte Mekke’deki zulmü ortadan kaldırmak, zayıfı korumak, âcizi savunmak için Hılfu’l-Fudul yapılmıştı. Bunu İslâm gelince niçin unuttular?

EBÛ SÜFYAN KERVANI

Baba evinde zincire mahkûm geçen günlerden birinde Mekke’ye feryatçı geliyor ve Ebû Süfyan’ın Şam’dan gelen kervanının Müslümanlar tarafından vurulduğunu, eğer Mekke’liler Müslümanlara müdahale etmezlerse halka karşı itibarlarını yitireceklerini haykırıyordu.

Bu haberin ilk tasalandırdığı kişi Mekke başkanı Amr İbn Hakem olmuştu. Yani Ebû Cehil. İslâm’ı ve peygamberini anlamamakta direndiği ve cehaleti simgelediği için bu sıfatla anılan Mekke başkanı;

“Muhammed’e dur demedikleri müddetçe her şeylerini yitireceklerini, bir daha iki yakalarının bir araya gelmeyeceğini…” sıralıyor ve Mekke halkını savaşa kışkırtıyordu.

Bu arada gelen ikinci haber Ebû Süfyan kervanının bir şans eseri kurtulduğunu bildiriyordu. Bu haber, Ebû Cehl’in biraz önceki mutluluğuna gölge düşürüyor, sinirlerini bozuyordu. Bu duruma göre savaşa gerek kalmamış oluyordu. Çünkü bir zarar söz konusu değil, can kaybı yok, mal kaybı yoktu. Böylesi daha iyi değil mi idi? Fakat Ebû Cehil eline Muhammed’i ortadan kaldırmak için bulunmaz bir fırsat geçtiğini, bu fırsatı da ne pahasına olursa olsun değerlendirme kararında olduğunu gerile gerile haykırıyordu. Üstelik Mekke yönetiminin diğer üyeleri ikinci haberden memnuniyetlerini ifade ediyorlar, savaşa gerek kalmadığını anlatmaya çalışıyorlardı. İleri sürdükleri bütün gerekçeleri ve haklı durumları reddeden tek kişi yalnızca Ebû Cehil idi.

Ebû Cehil, -şimdi geçmiş bile olsa- kervanın atlattığı tehlikeden elde ettiği fırsatı değerlendirmek istiyor, ne denilse kulağına gitmiyordu. Üstelik barış yanlısı konuşanları korkaklıkla, erkek olmamakla, aşağılıkla itham ediyor, bunca yıllık dâvâ arkadaşlarına en ağır sözleri sarf etmekten çekinmiyordu. Ona göre bu fırsat elden kaçırılmamalı, bu bahane ile Muhammed’in ve İslâm’ın defteri dürülüp ortadan kaldırılmalı idi. (Devam edecek…)