Hazret-i Osman Dönemi 4 İLK AYRILIK HAREKETLERİ VE İÇ KARIŞIKLAR

Ahmet MERAL

Hazret-i Ebûbekir döneminde Arap Yarımadası’nın dışına taşan fetih faaliyetleri, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman döneminde daha da artarak devam etmiştir. Neticede İslâm devletinin sınırları oldukça genişlemiş ve pek çok bölgeye hâkim vaziyete gelmiştir. Dört beş asırdır Bizans ve Sasanî hâkimiyeti altında yaşayan çeşitli din, mezhep ve etnik gruba ait topluluklar, fetihlerle beraber İslâmiyet’i esas alan bu yeni devletin hâkimiyetini kabul etmiştir. Ancak hızla İslâmlaşmalarına rağmen eski inanış ve pratiklerini tümüyle terk edemeyen bu toplulukların İslâmiyet’in tevhid esasına dayalı birleştirici potasında erimeleri tamamıyla mümkün olamamıştı. Bu yeni topluluklar her ne kadar İslâmî dalganın etki alanına girmiş, İslâmiyet’in yüksek adalet prensiplerine dayalı siyasî yönetimine râzı olmuş, hattâ İslâmiyet’i kalben benimseyerek din olarak seçmişlerse de, bu yeni dinin gereklerini istenilen seviyede özümseyememişlerdi. Bu yüzden toplumun değişik katmanlarında az da olsa hâlâ eski din ve geleneklerini, bâtıl alışkanlıklarını sürdürenlere rastlanmaktaydı.

Bölgenin 10-15 yıl gibi kısa bir sürede hallaç pamuğu gibi harmanlandığı ve eski yönetimlerin çökertildiği bu döneme, kuşkusuz, Râşid Halîfeler’in ve onlara yardımcı zatların üstün çabaları damga vurmuştu. İnsanlık tarihinin bu en büyük değişim ve dönüşümü öncelikle yarımadayı ayağa kaldırmış, bu büyük ilâhî dalganın akisleri daha sonra Atlas Okyanusu’ndan Mâveraünnehir’e kadar olan bölgelerde yaşayan bütün kitlelerde değişik oranlarda yankı bulmuştur. Ancak bu süratli değişime kitleler arzu edilen bir biçimde ayak uyduramamıştı. Ne yazık ki, bu yeni kitleler İslâmiyet’in dâhilî derinliğini, nezaket ve zarafetini, yüksek ideallerini yeterince kavrayamamıştı.

Tüm çabalar, Allah sevgisiyle, cehennem korkusunu iliklerine kadar hisseden ve yaşayan Medine’deki bir avuç sahâbe ile yeni Müslüman olmuş kitleler arasındaki duyuş, düşünüş, yaşayış ve anlayış farkını kapatmaya yetmemişti. Öte yandan Hazret-i Peygamber sonrasındaki bu muazzam fetihlerin getirdiği ganimetlerle toplum süratle zenginleşmiş, bunun neticesi olarak da servet ve refahın yol açtığı bazı menfî davranışlar toplumda yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlamıştı. Birden zenginleşmenin getirdiği hazımsızlık ve iktidar hırsı bazı kesimlerin hayatlarından tevâzu ve sadeliği çekip almış, dinin iç derinliği olan zühdü ve takvâyı unutturmaya başlamıştı. Özellikle ikinci kuşak için durum biraz daha vahimdi. Onlar büyük zahmetlere katlanmadan, kolay gerçekleşen fetihlerle önemli mevkilere, muazzam gelirlere, bolluk ve refaha kavuşmuşlardı.

Hazret-i Osman döneminin sonlarına doğru meydana gelen fitne ve ayrılık hareketlerinin çıkmasında servet ve refahın oluşturduğu bu çürümenin de etkili olduğu asla göz ardı edilmemelidir.

Bu derin ihlâs kaybından meydana gelen kavga ve hizipleşmenin figüranlığı da henüz İslâmiyet’i istenilen şekilde özümseyememiş yeni kitleler tarafından yapılmaktaydı.

Fitne ve ayrılıkların palazlanmasındaki bir başka etki de mağlup milletlerin intikam duyguları ile yaptıkları teşebbüslerdi. Bu teşebbüsler İslâm tarihinde, belki de bir efsane, bir mevhum şahsiyet olan Abdullah bin Sebe ile sembolleşmiş ve onun üzerinden tevhid inancı tahrif edilmeye çalışılmıştır.

Bu fitne olayları incelenirken Yahudi, Hıristiyan ve diğer azınlıkların gizli emel ve amaçları dikkate alınmalı, ancak etkileri abartılarak bütün fitnelerin onlardan kaynaklandığına odaklanılmamalıdır. Çünkü her ne kadar cazip ve açıklayıcı görünse de, bu kolaycı yaklaşım tarihin değişim ve dönüşüm kaidelerine uymamaktadır. Nitekim Yüce Allah: “Allah bir topluluğa verdiğini, o topluluk kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez.” (Ra’d, 11) buyurarak değişim ve dönüşümün bizzat o toplumun kendi öz tavır ve davranışlarından beslendiğini hatırlatmaktadır.

Bu fitne ve karışıklıklarda katalizör işlevi gören en önemli etkilerden biri de, tüm iyi niyetine rağmen Hazret-i Osman’ın siyasî sistemde Emevî ailesine belirleyici bir rol vermesidir. Tarihçiler bu konuda hemen hemen ittifak hâlindedir.

Hazret-i Ömer’in titizlikle koruduğu siyasî dengeler, bu ailenin yönetime getirilmesiyle tüm yapıyı altüst edecek biçimde bozulmuştur. Emevî ailesinin birçok ferdi, geç sayılabilecek bir dönemde, ancak Mekke’nin fethinden sonra İslâm dairesine girmişti. Bu aileye mensup kişilerin aynı dönemde en üst seviyedeki görevlere getirilmesi, ekonomik, sosyal ve siyasî yapıyı menfî bir şekilde etkilemekle kalmamış, çoğu liyakatsiz ve sicilleri tartışmalı olan bu kişilerin uygulamaları yüzünden halk ile idarenin arası da açılmıştır. Böylece yönetimle halk arasında ilk defa güven bunalımı meydana gelmiştir.

Hazret-i Osman yaratılış itibarıyla yumuşak huylu ve yakınlarına düşkündü. Ayrıca zahid ve takvâlı kişiliğiyle temayüz etmişti. Kimseyi kırmamaya çalışması özellikle hilâfetinin son yıllarında istenmeyen yönetim zaaflarının ortaya çıkmasına yol açmıştı. Kendisi hilâfetin merkezi Medine’de Hazret-i Peygamber’in sünnetini, İslâm’ın örf ve âdetini titizlikle muhafaza etmeye çalışırken Basra, Kûfe, Şam ve Mısır gibi önemli vilâyetlerde devlet görevlilerinin yanlış tutum ve davranışları halkın yoğun şikâyetlerine sebep olmaktaydı. Öyle ki, Kûfe Valisi Velid bin Ukbe içki içtiği şikâyeti üzerine geri çağırılmış ve kendisine had cezası tatbik edilmişti. Onun yerine gönderilen Said bin As da Kûfelileri aşağılayan konuşmaları sebebiyle halkta derin bir nefret uyandırmıştı. Mısır valisi Abdullah bin Ebî Serh’in ve Şam valisi Muaviye’nin uygulamaları da toplumun çeşitli katmanlarında huzursuzlukların artmasına yol açmıştı.

Hazret-i Osman iyi niyetle göreve getirdiği hırslı akrabalarını kontrol edemiyor, belki onların yanlış bilgilendirmelerine maruz kalıyordu. Bu arada siyasî ikbal peşinde koşan veya görevinden azledilen valilerin çevirdiği entrikalar, yönetimin halkın gözünden düşmesine yol açmıştı. Ayrıca kin ve nefretle İslâm birliğini parçalamak isteyen bazı azınlıkların gayretleri de sinsice sürmekteydi.

HAZRET-İ OSMAN’IN ŞEHİD EDİLMESİ

Kargaşa ve isyanın ilk açık belirtisi Kûfe’de görülmüş, olaylar kısa zamanda Basra ve Mısır’a sıçramıştı. Nihayet 656 yılında 500 kişilik bir grup, isyanı devletin merkezi Medine’ye ulaştırdı. İsyancılar aralarından seçerek görevlendirdikleri iki kişiyi şikâyetlerini bildirmek üzere Hazret-i Osman’a gönderdiler. Mısırlı isyancılar, valileri Abdullah bin Sa‘d bin Ebî Serh’ten şikâyet ediyorlar ve görevinden alınmasını istiyorlardı. Hazret-i Osman Mısırlıların şikâyetlerini dinledikten sonra kendilerine hak vererek Muhammed bin Ebûbekir’i Mısır’a yeni vali olarak görevlendirdi. Hazret-i Osman’ın bu kararı, heyetin yatışmasına ve memnun bir biçimde Medine’den ayrılmalarına yol açtı. Ancak dönüş yolunda yakaladıkları bir kişinin üzerinde ele geçirilen uydurma bir ferman, isyanın yeniden nüksetmesine sebep oldu. Hazret-i Osman’a ait olduğu süsü verilen bu fermanda eski vali Abdullâh’ın görevinde bırakıldığı bildiriliyor, ayrıca Muhammed bin Ebûbekir’in Mısır’a geldiğinde tutuklanması ve isyancıların ileri gelenlerinin öldürülmesi isteniyordu. Böylece Mısırlılar tekrar Medine’ye yöneldiler ve Basra ile Kûfe şehirlerinden gelen isyancılarla birleşerek Medine’yi kuşatma altına aldılar.

İsyancılar, sahâbenin ileri gelenlerinden Hazret-i Ali, Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr’i ziyaret ederek onlardan destek istediler. Ancak hiçbiri bu desteği vermediği gibi, onları şiddetle azarlayıp kovarak durumu Hazret-i Osman’a bildirdiler. Hazret-i Ali bununla da yetinmeyerek can güvenliği tehlikesine karşı oğulları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’i Hazret-i Osman’ın yanına gönderdi. Ayrıca Ubeydullah bin Ömer ve Abdullah bin Zübeyr de isyancıların artan taşkınlıklarını önlemeye ve Hazret-i Osman’ı korumaya çalıştılar.

Hazret-i Osman asilerin artan baskılarına ve gittikçe daralan kuşatmalarına aldırmadan mescidde namaz kıldırmaya devam etmekteydi. Sahâbenin ileri gelenlerinin, olayların yatışması konusunda yaptığı teşebbüsler ise Mervan bin Hakem engeline takılmış, kaos ortamı hızla trajik bir boyuta doğru tırmanmıştır.

Hazret-i Osman büyüyen ve çetrefil bir hâl alan isyanın sert bir biçimde yatıştırılıp asilerin Medine’den çıkarılmasına Müslüman kanı döküleceği gerekçesiyle râzı olmadı.

Nihayet 22 günlük kuşatmanın ardından büyük bir fâcia gerçekleşti. İsyancılar Hazret-i Osman’ı korumaya çalışan bazı sahâbîlerin engelleme çabalarına rağmen Hazret-i Hasan’ı da yaralayarak Hazret-i Osman’ın evine girmeye muvaffak oldular. Bu sırada Kur’ân okumakta olan Hazret-i Osman acımasızca şehid edildi. (17 Haziran 656) İsyancılar ayrıca Medine’de taşkınlıklarını sürdürdüler ve bazı yağma faaliyetlerine de katıldılar. Olay başta Medine olmak üzere bütün İslâm dünyasında büyük üzüntüye sebep oldu.

1 Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ

2 Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, İslâm Tarihi

3 Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY, İslâm Tarihi