Güzelliklere Vesile Olmak

Adem SARAÇ

Îman ile şereflenip Müslüman olan seçkin insanlar, başkalarının da şereflenmesi için, her türlü tehlikeyi göze alarak, Allâh’ın dinini anlatıyorlardı.

Mümkün mertebe herkes herkesle ilgilenme gayreti içindeydi. Bunlardan biri de Hazret-i Ali idi. Bir gün Hazret-i Ali, Kâbe’nin yanına varınca, orada oturmakta olan yabancı birini gördü. Bu adamı burada ilk defa görüyordu. Dikkatli bir şekilde bakınca, adamın çok yorgun olduğunu fark etti. Belki aç da olabilirdi. Bir Müslüman olarak bu durum karşısında ilgisiz kalamazdı.

Bir yandan müşrik tehlikesini dikkate alıyor, bir yandan da yabancıya yaklaşıyordu. Adamın yanına varınca selâm verip sordu:

–Siz Mekkeli birine benzemiyorsunuz.

–Mekkeli değilim, burada yabancıyım.

–Yorgun ve aç gibi bir hâliniz var!

Yabancı adam cevap vermedi. Daha doğrusu; «Evet, yorgun ve açım.» der gibi başını önüne eğdi. Hazret-i Ali, yabancı adamın sıkıldığını görünce daha samimî davrandı:

–Haydi öyle ise, bize gidelim!

Yabancı adamı alıp evine götürdü. Günlerdir aç, susuz ve uykusuz olan adamcağız, yemiş, içmiş ve bir güzel dinlenmişti. Sabah olunca teşekkür ederek ayrıldı evden…

Akşama doğru, Kâbe’nin yanında yine aynı adamı gören Hazret-i Ali, durup uzaktan izlemeye başladı. Kimdi bu adam? Buraya neden gelmişti? Daha birçok soru geçti zihninden.

Fakat bu yabancı adamın geceyi dışarıda ve aç-susuz geçirmesine gönlü râzı olmadı. Yanına varıp selâm verdi:

–Herhâlde işinizi hâlledemediniz.

–Evet, işimi hâlledemedim.

–Buyur, bize gidelim.

Yine alıp evine götürdü. Dünkü gibi ağırladılar misafirlerini…

Hazret-i Ali, üçüncü gün aynı adamı yine Kâbe’nin yanında gördü. Yanına yaklaşıp selâm verdi. Yine alıp evine götürdü. Fakat bu sefer işin aslını sormayı düşündü:

–Kusura bakmayın, ama, sorup öğrenmek istiyorum. Kimsiniz, buraya neden geldiniz?

–Sana güvenebileceğimi düşünüyorum.

–Öyleyse açık konuşun ve bana güvenin.

–Öncelikle senin kim olduğunu öğrenebilir miyim delikanlı?

–Ebû Tâlib oğlu Ali’yim ben. Ya siz kimsiniz ve burada ne arıyorsunuz?

–Buraya tâ Ğifar kabilesinden geldim. Ğifarlı Ebûzer’im ben. Son Peygamberin bu şehirden çıktığını duydum. İşte O’nu arıyorum.

–Ne yapacaksınız O’nu?

–Kendisiyle konuşmak ve O’na îman etmek için geldim onca yolu. Ama kimseye bir şey soramıyorum. Çünkü O’na îman edip Müslüman olanlar olduğu gibi, îman etmeyip düşmanlık edenler de varmış. Şimdi söyle bakalım ey iyi yürekli genç! O’nu nasıl bulacağım ben?

–Tam yerine gelmişsiniz ve tam da yerinde birine soruyorsunuz.

–Sen O’nu tanıyor musun yoksa?

–O’nu tanımayan var mı ki?

–Öyle değil; «O’na îman edenlerden misin?» demek istedim.

–Elhamdülillâh… Hem de ilk îman edenlerdenim. Üstelik O’nun amcası oğluyum ben. O Allâh’ın Rasûlü’dür. O Hak Peygamberdir.

–Çok şükür ki doğru adrese gelmişim. Şimdi beni O’na götürür müsün ey Ali?

–Elbette… Ama çok dikkatli olmalıyız. Çünkü etrafımız hain müşriklerle dolu. Sabahleyin beni dikkatle takip et. Ardımca yavaş yavaş gel. Eğer ben herhangi bir tehlike sezersem, ayakkabılarımın bağlarını düzeltir gibi yaparım. Sen de geçip gidersin. İleride tekrar buluşuruz. Ben herhangi bir tehlike hissetmezsem, gider bir eve girerim. Sen de ardımca gel ve aynı eve gir.

Hazret-i Ali, sabahleyin evden çıkarken her zamankinden çok daha dikkatli davranıyordu. Etrafına dikkat ederek, Hazret-i Erkam’ın evine doğru yürümeye başladı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oradaydı çünkü…

Mümkün olduğu kadar, etrafına hiçbir şey belli etmeden, Ebûzer’e yol göstermeye çalışıyordu. Bu şekilde Erkam’ın evine vardılar.

Ğifarlı Ebûzer, Hazret-i Ebûzer -radıyallâhu anh- olmuştu artık. İslâm gülistanına girer girmez yerinde duramaz olmuştu.

Ölümcül tehlikeyi göze alarak çıkıp, Kâbe’nin yanında Müslüman olduğunu açıkça haykırmış, fecî bir şekilde dayak yemiş, ilk bedelini bu şekilde ödemişti.

O artık İslâm gülistanının nadide güllerinden biri olmuştu…

Diğer taraftan da, Hazret-i Ali on dört yaşını bitirip on beş yaşına girerken, içinde bulunduğu şartları çok iyi değerlendirecek kadar kendini yetiştirmişti.

Yaşının küçüklüğünü bahane etmeden, ihtiyaç sahibi birine yardımcı olmuştu. Üstelik onu tanımadan. Sonra da Peygamber Efendimiz’in yanına götürerek, onun da Müslüman olmasına vesile olmuştu…

Bizler de böyle olmalıyız değil mi canlar? Hem ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmalı ve hem de onların doğru ve güzele yönelmelerine vesile olmalıyız.

Güzel dinimizi, güzel ve doğru bir şekilde anlamak ve yaşamak için, kendimiz gayretli olacağımız gibi, başkalarının da güzel yaşamaları için onlara yardımcı olacağız. Bunun için, tanıştığımız kişileri, bu işi en iyi bilenlerin yanına götürerek, onların da doğru ve güzel anlayıp yaşamalarına vesile olacağız.

Sürekli vesile bekleyenlerden değil, vesile olanlardan olmalıyız. Yani başkalarından beklemek yerine, onlara biz ulaşmalıyız…

Evde anne-babamız ve kardeşlerimizle her zaman güzel ilişkiler içinde olacağımız gibi, öğrendiklerimizi onlara da anlatabilecek bir seviyeye gelmeliyiz. Yani evde de ayrı bir vesile güzelliği içinde olmalıyız…

Kur’ân-ı Kerîm’i doğru bir şekilde okuyacağız. Kur’ân ikliminden uzak düşmüşlere yardımcı olacak, onların da Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmelerine vesile olacağız inşallah.

İslâm, güzelliğin kaynağı, Müslüman da her bakımdan güzel insandır.

Güzelliklere vesile olmak Peygamber Efendimiz’in tavsiyelerinden biridir…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-