Zafer veya Hiç

Ayla AĞABEGÜM

Nedense dergilerimiz Mayıs ve Ağustos aylarında dosyalar hazırlarlar; fetih, İstanbul ve zaferler gündeme gelir, heyecanla anlatırız. Gururlanmak hoşumuza gider. Sonra kendimize dönüp: «Ben ne yaptım, biz ne yaptık, eksiklerimiz neler?» sorularını sorup, verdiğimiz cevaplarla yeni projeler yapmanın gayreti içinde olmayız. Bu durumda yıllar önce kazanılan zaferler için «zafer veya hiç» mi demeliyiz?

Zafer yalnız bir savaş kazanmak mıdır? Elbette hayır. Savaşlar, milletin rûhunda var olan değerler ve mânâlar uğruna yapılır. Aradan geçen yıllar içinde o değerler, mânâlar yaşıyorsa, yaşatılıyorsa zaferleri kutlamaya ve övünmeye hakkımız olabilir. Yahya Kemal’in «Mohaç Türküsü» şiirini defalarca okuyalım ve anlamını kavramaya çalışalım;

MOHAÇ TÜRKÜSÜ

Bizdik o hücûmun bütün aşkıyla kanatlı;
Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.

Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,
Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!

Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;
Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.

Gül yüzlü bir âfetti ki her bûsesi lâle;
Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle

Dünyâya vedâ ettik, atıldık dolu dizgin;
En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!

Bir bir açılırken göğe, son def’a yarıştık;
Allâh’a giden yolda meleklerle karıştık.

Geçtik hepimiz dörtnala, cennet kapısından;
Gördük ebedî cedleri, bir anda yakından!

Bir bahçedeyiz şimdi şehidlerle berâber;
Bizler gibi olmuş o yiğitlerle berâber.

Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden;
Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden.

Malazgirt zaferinden Dum-lupınar’a kadar kurulan Müslüman-Türk devletleri, kazanılan zaferler ve bizi yok etmek için hazırlanan senaryolar…

Dumlupınar zaferi ise, bu toprakların Türk ve Müslüman kalması uğruna verdiğimiz mücadelenin zaferiydi. Bu toprakların Türk ve Müslüman kalması, medeniyette, sanatta, inançta, hâkimiyette, idealde olan birliğin devam etmesi, dünya durdukça da yaşamasıydı. Sınırlar içinde olan topraklarımızda; türkülerimizin, şarkılarımızın, marşlarımızın bozulmamış hâliyle söylenmesiydi.

Mûsıkî bizi milletimize bağlar, yurtdışına giden işçilerimiz ilk devirlerde yanlarında götürdükleri şarkı, türkü, Kur’ân-ı Kerim kasetleriyle vatan hasretini giderirken Türk olmanın da şuurunu yaşıyorlardı. Çünkü o devirlerde yurtdışına ulaşan radyo ve televizyon yayınları yoktu, bilgisayarlar yoktu. Plâklar ve bantlar aradaki mesafeleri yakınlaştırıyordu.

Biz, öğrencilik yıllarımızda gezilere giderken yol boyunca türkülerimizi, şarkılarımızı, marşlarımızı hep bir ağızdan söylerdik. Şu anda bir okul gezisinde gençlerimizin ortaklaşa söyleyebileceği bozulmamış kaç türkü var.

Köroğlu: «Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.» diyor. Ben de: «Özel televizyonların açılmasıyla, bilgisayarlarla millî kültürümüz bozuldu.» diyorum. «Tekniği ve âletleri şuursuzca kullanırsak millî kültürümüz yok olur.» diyorum.

Geçenlerde muhafazakâr kesimin seyrettiği, kendine; «Ben muhafazakârım ve dinimi yaşıyorum.» diyenlerin yayın yaptığı bir televizyonun yemek programını tesadüfen açmıştım. Yemek programı seyircisinin çoğunluğunu kadınlar oluşturur. Konuk olan Ankaralı ismini zikretmeyeceğimiz türkücü de diyemeyeceğim bir şahıs: «Bizim evde var iki karı, biri esmer, biri sarı…» diye bağırıp duruyordu.

Kanalın Halkla İlişkiler Müdürü’ne:

“–Kanal el mi değiştirdi?” diye sordum. Hayret ederek:

“–Hayır!” cevabını verdi.

“–Dinini yaşayan insanların aile müessesesine ve kadına bakışları bu mu olmalı?” diye sorduğumda:

“–Canlı yayın, nasıl müdahale edelim?” dedi.

Canlı yayına müdahale mümkündür. Araya reklâm girilir, özür dilenir, o tip insanlar çağrılmaz, söylenecek parçalar yayın öncesi tespit edilir. Türkülerimizin çalınmadığı yerler vatan olmaktan böyle çıkar.

Millî mimarîmiz var mı? Tabiî ki hayır. Osmanlı mimarîsiyle övünüyoruz, devrimiz için aynı övgüleri yapabiliyor muyuz? Millî kültür pınarından kana kana su içmeyenler, Mevlânâ’nın, Yunus’un felsefesini anlamayanlar mimarîde dehâ olabilirler mi?

Şu anda büyük şehirlerimizde yaşanan su sıkıntılarının sebebi bu yıl yağmurun yağmaması mı? İski eski genel müdürlerinden biri, İstanbul için açıklama yapıyor. Su havzalarına yakın yerlere yapılan taş binalar, havzaya su akımını önlüyor. Ormanlarımızın yazlıklar yapılmak üzere katledilmesi, deniz, göl ve nehir kenarında yapılan estetikten uzak binalar için ne demeli…

Nedense son zamanlarda millî kelimesinden korkulmaya başlandı. Çünkü; “Biz bir mozayiğiz.” Kimseleri alındırmayalım. Peki zaferler, destanlar millî değil mi? Ahmet Hamdi TANPINAR’ın «Türk İstanbul» başlıklı yazısından bir bölümü okuyalım ve düşünelim…

“Lamartin’in 1832’de süslü muhteşem bahçelerini methettiği İstanbul sırtları, binalarla dolunca İstanbul ufku hiç tanımadığı bir sertlik kazandı. Eski saray bahçelerinden başlayıp, Çengelköyü’nü dönerek Üsküdar’da tamamlanan o lâtif ve hayalî gölgeler manzarası bu katılıkla bir türlü uyuşamadı.

Asıl garibi Tanzimat’tan beri memleketimizde o kadar zihniyet değişikliği olduğu hâlde, Beyoğlu’nun bu inkişâfını önleme çareleri aranmamasındadır. Bugün Üsküdar tepelerini, aynı tehlike beklemektedir. Harem İskelesi’nden başlayan Paşa Limanı’na giden kıyıdan Çamlıca’ya kadar yükselecek -eski tabirle söyleyelim- şeddad binaların İstanbul’u bir kıskaç içine alacağını, ümit ederiz ki, şimdiden düşünenler vardır.

Eğer Üsküdar’ın ikinci bir Beyoğlu gibi; ağaçsız, ufuksuz, millî karaktersiz inkişâfına bir gün yol verilirse, asıl İstanbul ve kendi zevkimiz gerçekten ezilir. Türk İstanbul, bizim damgamızı taşıyan, bizim hüviyetimizi almış İstanbul’dur. Bundan yüz sene evvel böyle bir tabire ihtiyaç yoktu. Çünkü o zamanlar İstanbul’a biraz bozulmuş olsa bile tek bir zevk hâkimdi. Tanzimat’tan beri bu zevk tek başına değildir. Onun için Türk İstanbul tabirinde şehrin bütün macerası vardır. Türk İstanbul’un kaybolması, ancak Boğaz’a ve Üsküdar’a verilecek şekilde kabildir.” (Mayıs 1983-Türk Edebiyatı Dergisi)

Ahmet Hamdi TANPINAR yaşasaydı, Haydarpaşa’nın, Harem’in büyük alışveriş merkezleri projesi için yabancılara satılmasına ne derdi? Millî mimarîyi «Millî Kültür Eğitimi»nden geçen mimarlar, belediye başkanları, politikacılar gerçekleştirebilir. Bu eğitim, okullarda verilemediğine göre Tanpınarların, Mehmet KAPLAN’ların, Erol GÜNGÖR’lerin, Cemil MERİÇ’lerin ve bu konuda yazılan eserlerin okunması, düşünülmesi ve tartışılmasıyla olacaktır.

Millî dil ve dilin incelikleri, zaferler anılırken üzerinde durulması gereken konuların içindedir. Dilin zarafetinin nasıl kaybolduğunu seçim konuşmalarını dinleyerek görebilirsiniz.

Hadîs-i şerifte: “Sözde sihir vardır.” buyuruluyor. Bize sözü en ince, tesirli ve uyarıcı mahiyette söylememiz emrediliyor. Hitabetin, bağırmak, hakaret etmek, alay etmek olmadığını bilmemiz gerekiyor. Bazen biz halk olarak bu hitabı hak etmiyoruz. «Ne yapmamız gerek?» diye düşünüyorum. Bunca edebiyat ve kültürle ilgili dergilerimiz, vakıflarımız, derneklerimiz olduğu hâlde bu konular üzerinde neden durulmuyor? Eskiden devrin edebiyat ve kültürle ilgilenen yazarlarına konu olurdu. Bu konuda yapılan eleştirileri okuyanlar biraz daha dikkatli olmaya çalışırdı.

Bu konuda Ahmet KABAKLI Hoca’nın yazdığı yazıları hatırlıyorum. Üniversite hocamız Mehmet KAPLAN Bey bu konuda yazardı. Sevgili hocalarımızın yerinin boş kaldığını şimdi daha iyi anlıyorum. Sorularımızı çoğaltabiliriz, yanlışların ortadan kaldırılması için çaba sarf etmiyorsak, zaferler bizim olmaktan çıkar.