O BENİM CANIMI ALSIN

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

Nükte, ancak dikkat edildiğinde anlaşılan ince söz ve mânâ diye tarif edilir. Başka bir ifadeyle söz ve ibareden hususî bir dikkatle çıkarılan gizli mânâ demektir. Nükte; bazen insanların düşünmeden konuştukları, alaya aldıkları şeylerde gizli olan bilinmeyen önemli hususlara dikkat çekmektir. Nüktedan insan, basit görünen bir meseleyi tersine çevirerek onu önemli kılabilir. Nüktedan söz fırsatçısıdır. Yeri ve zamanı gelince, fırsatı kaçırmaz az ve öz söz ile sayfalarca yazı ile anlatılabilecek bir hususu özetleyiverir.

MEVLÂNÂ DA BU İŞİN ÜSTADLARINDANDIR. YAKALADIĞI FIRSATI İYİ DEĞERLENDİRİP MUHATAPLARINI ÖNCE DÜŞÜNDÜRÜR, TEBESSÜM ETTİRİR, SONRA ONLARIN DERS ÇIKARMASINA VESİLE OLUR. MEVLÂNÂ’NIN HAYATI BU TÜR NÜKTELERLE DOLUDUR. BAŞTA MESNEVÎ’Sİ OLMAK ÜZERE FÎHİ MÂ FÎH, DÎVÂN-I KEBÎR, MECÂLİS-İ SEB’A VE MEKTÛBÂT ADLI ESERLERİNDEN VE ONDAN BAHSEDEN ÖNEMLİ KAYNAKLARDAN OLAN MENÂKIBU’L-ÂRİFÎN VE MENÂKIB-I SİPEHSALAR’DA MEVLÂNÂ’NIN SAYISIZ NÜKTELERİ YER ALMAKTADIR. BU YAZIDA YİNE ONLARDAN BİR KAÇINI NAKLEDELİM:

Ahmed Eflâkî Dede’nin verdiği bilgiye göre;

Bir gün iki şahıs birbirlerine kızgınlıkla, düşmanlıkla kırıcı, münasebetsiz sözler söylüyor ve küfrediyorlardı. Biri diğerine:

“–Eğer yalan söylüyorsan Allah senin canını alsın!” diyor. Diğeri de karşılık olarak:

“–Eğer sen yalan söylüyorsan Allah senin canını alsın!” diyordu. O sırada Mevlânâ Hazretleri bu kavganın üzerine geldi. Konuşulanları duymuştu. Araya girip;

“Hayır hayır! Allah ne senin ne de onun canını alsın. O benim canımı alsın, çünkü canı alınmaya ve O’na esir olmaya ancak biz lâyıkız.” dedi. Sonra her ikisi de pişmanlık duyup barıştılar ve Mevlânâ’ya halis mürid oldular.1

Bu kıssada Mevlânâ, Allâh’ın can almasının beddua mevzuu edilmemesi gerektiğini, can vermeye insanların her zaman hazır ve istekli olması gerektiğini, önemli olanın yüce Yaratıcı’ya esir olabilmek olduğunu tam yerinde ve zamanında söylemiş, böylece hem boş yere sürüp gitmekte olan bir kavgayı bitirmiş hem de görülemeyen gerçeği hatırlatmıştır.

ALLÂH’I DİŞİMLE ADAMAKILLI YAKALADIM

Mevlânâ; dönemindeki batıl inançları, İslâm’da yeri olmayan uygulamaları da halkı incitmeden ve horlamadan nükteyle dile getiriyor böylece onlarla mücadele ediyordu.

Günümüzde de görüldüğü gibi, Mevlânâ döneminde insan üzerinde elbise dikilirken elbisesi dikilenin, ağzına bir şey alması âdettendi. Almaması ise uğursuzluk sayılırdı. Bir gün Mevlânâ’nın yırtılan ferecesini karısı üzerinde dikiyordu. Mevlânâ’nın hanımı Kira Hatun da: «Acaba Mevlânâ mübarek ağzına birşey aldı mı?» diye aklından geçirdi. Mevlânâ karısının düşüncelerini hissetti ve;

“Bunun önemi yok, sen adamakıllı dik. İşte ben ağzıma «Kul hüvellâhu ahad»(İhlâs Sûresi 1’inci âyet)’ı aldım ve Allâh’ı dişimle adamakıllı yakaladım.” dedi.2

Böylece Mevlânâ halk arasında yaygın olan, ancak hiçbir dinî dayanağı olmayan: «Ağza birşey almadan insan üzerinde elbise dikilmez.» anlayışının doğru olmadığını ortaya koymuştur. Tavrıyla bu anlayışı tenkit etmiştir. Ancak o, tenkidini kızmadan, bağırmadan nükteyle yapmış ve bu davranışıyla bizlere örnek olmuştur. Mevlânâ’ya göre ağızda (dilde) daima Allâh’ın ismi olmalıdır.

BİT ÖLDÜRMENİN GÜNAHI!

Mevlânâ’nın nüktedan yapısı, insanı kırmayan incitmeyen cevapları, pratik çözümleri insanların hoşuna gidiyordu. Bu yüzden hiç sıkılmadan, çekinmeden, akıllarına takılan basit meseleleri bile ona sorabiliyorlardı. Bir gün biri;

“–Bit öldürmenin bir günahı var mıdır?” diye sordu. Mevlânâ:

“–Elini yıkayınca günahı kaybolur.” diye cevapladı.3

Oysa Mevlânâ bu konuda tek kelimelik cevap verebilir, «Yok!» diyebilirdi. Ancak böyle kısa bir cevap hiçbir zaman yukarıdaki cevap kadar etkili olmazdı. Bu cevabıyla Mevlânâ, hem bit öldürmenin günahının olmadığını ifade etmiş, hem de sonrasında elini yıkamanın önemine dikkat çekmiştir.

ALÂ’NIN İŞİ NE?

Bir gün Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in bir kaç dinarı kaybolmuştu. Sultan Veled evi altüst etti, her yeri aradı fakat parayı bulamadı. Daha sonra paralar kardeşi Alâeddin’in kitapları arasından çıktı. Sultan Veled sinirlendi ve onu azarlamaya, kınamaya, ağır sözlerle itham etmeye başladı. Mevlânâ bu durumu görünce Sultan Veled’e hitaben;

“Ey Bahâeddin! (Alâeddin’in adını kastederek) «alâ» harf-i cer değil midir? O cerretmezse (kaldırıp götürmezse) başka ne iş yapar?” dedi.

Bunun üzerine her ikisi de yumuşadı ve sevindiler. Mevlânâ, suçlanan şahsın isminden hareket ederek yaptığı nükteyle kavgayı büyümeden hâlletmiş oldu. Bilindiği gibi «alâ» Arapçada önüne geldiği kelimenin sonunu ötre veya fetha olarak bırakmayıp kesre yapan cer harflerinden biridir. Kelime olarak para, eşya vesâireyi çekme, sürükleme, toplama anlamlarına gelir. Eskiden cerre çıkma tabiri, medrese talebelerinin mübarek aylarda köylere dağılıp cami veya evlerde müezzinlik yapmak, namaz kıldırmak ve vaizlik yapmak gibi faaliyetler karşılığında para, erzak veya eşya toplaması anlamında kullanılırdı. Mevlânâ işte bu anlamdan hareketle kavgayı tatlıya bağlayan nükteyi yakalamıştır.

TA¬BݬBİN, İYݬLEެME¬SİN¬DEN ÜMݬDݬNİ KES¬TݬĞİ HAS¬TA¬NIN HݬK¬YE¬Sİ

Has¬ta¬nın bi¬ri ta¬bi¬be gi¬dip:

“Ey hü­ner sa¬hi¬bi! Nab¬zı¬ma bir bak!” de¬di. He¬kim, has¬ta¬nın nab¬zı¬nı tut¬tu. Onun iyi¬leş¬mesine imkân yoktu. De¬di ki:

“–Gön¬lün ne is¬ter¬se yap. Tâ ki vü­cu¬dun¬da bu es¬ki dert kal¬ma¬sın. Gön¬lünün istediğini yapmazlık et¬me. Sab¬ra ve per¬hi¬ze ha¬cet yok ar¬tık. Zi¬ra bu has¬ta¬lık¬ta sa¬bır za¬rar ve¬rir. Ca¬nın ne çe¬ker-se he¬men onu yap.”

Bu sözü duyan has¬ta:

“–Öyleyse hoşça kal! Ben gam gider¬mek için şimdi ır¬mak sey¬ret¬me¬ye gidi¬yo¬rum.” de¬di.

«Sıh¬hat¬ten bir ka¬pı açıl¬sın.» di¬ye gön¬lü­nün is¬te¬ği üze¬ri¬ne ır¬mak kı¬yı¬sı¬na gel¬di. So¬fî­nin bi¬ri kı¬yı-ya otur¬muş eli¬ni, yü­zü­nü yı¬kı¬yor¬du. En¬se¬si¬ni gö­rün¬ce ona bir sil¬le in¬dir¬mek ar¬zu¬su ve ha¬ya¬li içi¬ne düş¬tü. So¬fî’¬nin en¬se¬si¬ne ba¬kıp sil¬le kondurmak için eli¬ni kal¬dır¬dı. Tam indireceği sırada aklından;

“Cenâb-ı Hak, «Ken¬di¬ni¬zi eli¬niz¬le teh¬li¬ke¬ye at¬ma¬yın.» bu¬yur¬muş¬tur. Şimdi bir sil¬le yü­zün¬den dö­vüş¬me¬ye¬yim.” diye geçirdi. Caymak üzereyken:

“İs¬te¬di¬ğim şe¬yi ye¬ri¬ne ge¬tir¬mez¬sem he¬kim; «Has¬ta¬lı¬ğın ar¬tar.» de¬miş¬ti. Ona sil¬le vur¬mak¬ta gev-şek¬lik gös¬te¬rir¬sem bu per¬hiz ve sa¬bır be¬nim için teh¬li¬ke¬li¬ olur.” di¬ye¬rek, sil¬le¬yi ça¬lın¬ca so¬fî­nin en¬se-sin¬den; «Şak!» di¬ye ses çık¬tı. So¬fî;

“Hey hey, a kal¬ta¬ban!” di¬ye ba¬ğı¬rıp, ona yum¬ruk at¬ma¬ya, sa¬ka¬lı¬nı-bı¬yı¬ğı¬nı yol¬ma¬ya ni¬yet¬len¬di. Ama adamın has¬ta, dert¬li ve ga¬yet za¬yıf ol¬du¬ğu¬nu gö­rün¬ce vaz¬geç­ti. So¬fî, öf¬ke¬sin¬den ateş ke¬sil¬di ama işin so¬nu¬na bak¬tı. Zira tu¬za¬ğı teş¬his eden kim¬se, ar¬tık ta¬ne¬ye bak¬maz, ilk saf¬ta du¬rur, da¬ha ile¬ri¬ye adım at¬maz. Âkı¬be¬ti gö­ren, böy¬le¬ce vü­cu¬du¬nu bo¬zul¬mak¬tan ko¬ru¬yan göz daha güzeldir. Za¬rar¬lar-dan emin ol¬mak is¬teyen işin so¬nu¬na bakar, ev¬ve¬li¬ni gör¬mez.

So¬fî, has¬mı¬nın pek za¬yıf ol¬du¬ğu¬nu gö­rüp içinden şöyle geçirdi: En¬se¬ye inen sil¬le¬nin ca¬hil¬ce¬ kar-şı¬lı¬ğı¬nı ver¬me¬ye değ¬mez. Zi¬ra ben tes¬lim hır¬ka¬sı¬nı giy¬mişim. Be¬nim için sil¬le¬ye feda ol¬mak kolaydır. Ben de ona düş¬man¬ca bir yum¬ruk vu¬ra¬cak ol¬sam. Bir yum¬ruk¬la ka¬lay gi¬bi eri¬yi¬ve¬rir. Padişah da bende kı¬sas ic¬ra eder. Zaten direk kırık, çadır ha¬rap, ip¬ler düş¬me¬ye ba¬ha¬ne arı¬yor. Bu ölü gi¬bi adam için kı¬sas ola¬rak kı¬lıç­la öl¬dü­rül¬mek doğ¬ru¬su pek ya¬zık olur.

So¬fî, has¬mı¬nı döv¬mek is¬te¬me¬di¬ğin¬den onu ka¬dı¬ya gö­tür¬me¬yi ter¬cih et¬ti. Çünkü kadı, Hak te¬ra¬zi-si¬dir. Şey¬ta¬nın hi¬le¬sin¬den kur¬tul¬muş¬tur. İki has¬mın de¬di¬ko¬du¬su¬nu ke¬ser. Ef¬sun¬la şey¬ta¬nı şi¬şe¬de hap-se¬der. Fit¬ne¬yi ka¬nun ile ya¬tış¬tı¬rır, diye düşündü. Sil¬le vu¬ran ada¬mın ya¬nı¬na gi¬dip dâ­vâ­cı gi¬bi eliy¬le ete¬ğin¬den tut¬tu. Çe¬kip ka¬dı¬nın ya¬nı¬na gö­türdü:

“–Bu ters gi¬den eşe¬ği, eşe¬ğe bin¬di¬rip do¬laş¬tır ve¬ya kır¬baç­la¬ta¬rak ce¬za¬lan¬dır. Na¬sıl dü­şü­nür¬sen ona lâ­yık¬tır. Ce-za¬dan do¬la¬yı ölür¬se bu¬nun için bir kı¬sas ve di¬ye¬tin¬den bir kor¬ku yok¬tur.” dedi. Ka¬dı dedi ki:

“–A oğul, ön¬ce dâ­vâ­nı tespit et de son¬ra üze¬ri¬ne iyi ve¬ya kö­tü re¬sim ya¬pa¬yım. Vu¬ran kim? Vu¬ru¬lan yer ne¬re¬si? Eğer vuran buy¬sa onu, has¬ta¬lık ha¬ya¬le çe¬vir¬miş. Hü­küm, di¬ri için¬dir. Me¬zar¬da-ki¬le¬re hükmolun¬maz. Ger¬çi gö­rü­nüş¬te bu adam, me¬zar için¬de de¬ğil ama on¬da ni¬ce kat kat me¬zar¬lar bu¬lun¬ma¬da. Kabir içinde sen bin¬ler¬ce ölü gör¬dün. Bir de ölüde me¬zar¬la¬rı sey¬ret!” So¬fî kadıya:

“–Öy¬ley¬se o eşe¬ğin ba¬na hak¬sız ye¬re vur¬ma¬sı re¬va mı? Bir de¬ğir¬men eşe¬ği¬nin hak¬sız ye¬re so¬fî­le¬re vur¬ma¬sı na¬sıl ca¬iz ola¬bi¬lir?” dedi. Ka¬dı has¬ta¬ya:

“–Az ve¬ya çok kaç pa¬ran var?” diye sordu. O da:

“–Ci¬han¬da bü­tün va¬rım-yoğum altı akçadır.” de¬yin¬ce, Ka¬dı:

“–Üç ak¬ça¬sı¬nı sen har¬ca, ge¬ri¬ye ka¬lan ya¬rı¬sı¬nı da iti¬raz¬sız ona ver. O der¬viş de has¬ta ve za¬yıf. Üç ak¬çay¬la o da ek-mek ve ka¬tık alır.” de¬di.

Has¬ta, ka¬dı¬nın en¬se¬si¬ne bir bak¬tı. Onu, so¬fî­nin¬kin¬den vu¬rul¬ma¬ya da¬ha lâyık gör¬dü. Eli¬ni, sil¬le vur¬mak için doğ¬rult¬tu. Zi¬ra kar¬şı¬lı¬ğında ce¬za¬sı pek ucuz¬du. Ka¬dı¬nın, ku¬la¬ğı¬na giz¬li¬ce bir şey söy¬le¬ye-cek¬miş gi¬bi ya¬pıp he¬men onun en¬se¬si¬ne sil¬le¬yi pat¬la¬tıp de¬di ki:

“–İki has¬ma al¬tı ak¬ça fe¬da ol¬sun! Ara¬nız¬da bö­lü­şün, ben de bu gü­rül¬tü­den âzâd ola¬yım!”
Hiç beklemediği bir anda ensesine tokadı yiyen ka¬dı kı¬zın¬ca so¬fî de¬di ki:

“–Şüp¬he¬siz se¬nin hük¬mün ada¬let üzeredir, az¬gın¬lık de¬ğil. Ey din bü­yü­ğü! Ey emin ki¬şi! Ken¬di¬ne re¬va gör¬me¬di¬ği¬ni kar¬deş¬le¬ri¬ne na¬sıl lâ­yık gö­rür¬sün? Be¬nim için ku¬yu ka¬zar¬san so¬nun¬da ken¬di kaz-dı¬ğın ku¬yu¬ya dü­şer¬sin. Ha¬dîs-i şe¬rif¬te: «Ki¬şi kaz¬dı¬ğı ku¬yu¬ya dü­şer.» bu¬yurul¬muş¬tur, oku¬ma¬dın mı? A ba¬ba¬sı¬nın ca¬nı! İl¬min¬le amel et. En¬se¬ne inen sil¬le, böy¬le bir hü­küm takdir et¬me¬ne se¬bep ol¬du. Vay, se¬nin bun¬ca di¬ğer hü­küm¬le¬rin de böy¬ley¬se? On¬lar¬dan ötü­rü hâ­lin ne olur bil¬mem?!. Zâ­li¬me mer-ha¬me¬tin¬den ke¬rem eder; «Bu üç ak¬çay¬la kar¬nı¬nı do¬yur.» der¬sin. De¬ğil zâli¬min eli¬ne hük¬mü ve diz¬gi¬ni ver¬mek, he¬men onun eli¬ni kes¬me¬ye bak¬ma¬lı¬sın. Sen¬se kurt yav¬ru¬su¬na bil¬gi¬siz¬lik¬le süt ve¬ren ya¬ba¬nî ke¬çi¬ye ben¬zi¬yor¬sun!”
Bu suçlamalar karşısında ka¬dı de¬di ki:
“–Biz¬le¬rin, en¬se¬mi¬ze tak¬dir olu¬nan her sil¬le¬ye ve ce¬fa¬ya râzı ol¬mamız gerek. Ger¬çi yü­züm ek¬şi¬di ama ka¬de¬rin hük¬mü­ne iç­ten içe gön¬lüm râzıdır. Hak acıdır. Gön¬lüm bağdır, göz¬le¬rim yağ¬mur bu¬lu¬tu. Bu¬lut¬la¬rın ağ¬la¬ma¬sıy¬la bağ-lar gü­ler. Kıt¬lık yı¬lın¬da gü­neş gü­lüm¬se¬dik¬çe, bağ¬lar ölüm hâ­liy¬le azap içindedir¬ler. «Çok ağ¬la¬yı¬nız.» di¬ye Pey¬gam¬be-r’in em¬ri¬ni oku¬ma¬dın mı? Öy¬ley¬se piş¬miş kel¬le gi¬bi ne sı¬rı¬tı¬yor¬sun? Mum gi¬bi göz¬yaş¬la¬rı dö­ker¬sen mum gi¬bi de evi ay-dın¬lat¬mış olur¬sun. Ana ve¬ya ba¬ba ek¬şi yüz gös¬ter¬se¬ler bu, ço¬cuk¬la¬rı¬nı za¬rar¬lar¬dan ko¬rur. Ey mâ­nâ­sız¬ca gü­lüp du-ran, gül¬me¬nin zev¬ki¬ni gör¬dün, bir de ağ¬la¬ma¬nın zev¬ki¬ni tat! Asıl şe¬ker menbaı odur. Ce¬hen¬ne¬mi an¬mak, Hakk’ı an¬ma-ya se¬bep olu¬yor¬sa bil ki bu, cen¬ne¬ti an¬mak¬tan iyi¬dir. Ağ¬la¬ma¬larda gü­lüş¬ler, vi¬ra¬ne¬lerde ha¬zi¬ne¬ler giz¬li¬dir. Gam¬la¬rın zev¬kin¬de onun ak¬si giz¬lidir. Âb-ı ha¬yat (ölümsüzlük suyu) ka¬ran¬lık¬lar¬da¬dır. Men¬zil yo¬lunda, at iz¬le¬ri tersi¬nedir. Gö­zü­nü dört aça¬rak ih¬ti¬yat¬lı ol¬man ge¬rek. İb¬ret üzere gö­zü­nü dört aç. Göz¬le¬rin, sev¬gi¬li¬nin de iki gö­züy¬le dost ol-sun.
Ardından So¬fî:
“–Mademki al¬tın bir ma¬den¬den¬dir, öy¬ley¬se ni¬çin bu fay¬da¬lı di¬ğe¬ri za¬rar¬lı? Ma¬dem hep¬si bir elden çık¬tı¬ğı¬na gö­re bu ni¬çin ayık, öbü­rü ni¬ye sar¬hoş? Ma¬dem bü­tün bu ne¬hir¬ler bir der¬ya¬dan ak-ma¬da, öy¬ley¬se bu ni¬çin tat¬lı, di¬ğe¬ri acı?” ilh. birçok zıtlıkları dile getirdi.
Kadı şöyle cevap verdi:
“–O’nun zâtında ve işinde bir zıddı ve benzeri yoktur. Bütün mevcudat O’ndan vücut bulur. Zıddın, zıddını var etmesi kâbil değildir. Belki O’ndan uzaklaşıp ayrılır. İyi ve¬ya kö­tü şey¬de ben¬ze¬rin ben¬ze¬ri¬ne zıt den¬miş¬tir. Ben¬zer hiç ben¬ze¬ri¬ni ya¬ra¬ta¬bi¬lir mi? Ey tak¬vâ sa¬hi¬bi, Cenâb-ı Hak na¬sıl iki ben¬zer ola¬bi¬lir? O’nu şirk¬ten ten¬zih et. Ağaç­lar¬da¬ki yap¬rak¬lar ka¬dar zıt ve ben¬zer de ol¬sa¬lar de¬ni¬zin kö­pük¬le¬ri ay¬nı şey ol¬maz¬lar.”
“–Ey so¬fî! Can ku¬la¬ğı¬nı iyi¬ce tut. Sa¬na se¬nin saç­ma¬la¬rı¬nı söy¬lü­yo¬rum. Sa¬na gök¬ten bir zu¬lüm sadır ol¬du mu bek¬le, ar¬dın¬dan bir hil’at ge¬le¬cek¬tir. En¬se¬ne sil¬le¬yi yi¬yin¬ce sa¬fa¬yı da ya¬kın gör. Pa¬di¬şah sa¬na öy¬le bir ağır sil¬le¬yi vu¬run¬ca ar¬ka¬sın¬dan taç ve taht da ba¬ğış¬la¬ma¬ya¬ca¬ğı¬nı san¬ma. Bü­tün dün¬ya bir si¬nek ka¬na¬dı ba¬ha¬sın¬da¬dır. O sil¬le için yüz bin-ler¬ce can feda ol¬sun. Boy¬nun¬da ci¬ha¬nın al¬tın hal¬ka¬sı, onun be¬ka¬sı yok¬tur, Hak’tan sil¬le sa¬tın al. Pey¬gam¬ber¬ler, en¬se¬le-ri¬ne inen sil¬le¬le¬re, be¬lâ­la¬ra sab¬ret¬tik¬le¬ri için yü­cel¬di¬ler. Fa¬kat sen ken¬din de evde ha¬zır ol ki ihsan sa¬hi¬bi gelince se¬ni evde bulsun. Yok¬sa; «Ev¬de kim¬se yok.» di¬ye ge¬tir¬di¬ği hil’atı ge¬ri gö­tü­rür.”4
Bu kıssada, sofî ve kadının karşılıklı konuşmaları uzar gider. Sofî, kafasını meşgul eden sorulara cevap arayan bir tiptir. Kadı, kafası karışık olanlara Allah adına rehberlik yapan bir bilgedir. Mevlânâ bu iki tipi karşılıklı konuşturarak yaşadığı döneme olduğu kadar günümüze de ışık tutmaya çalışır. O ışığı görebilmek ve istifade edebilmek için Mesnevî’yi mutlaka her Müslüman’ın okuması gerektiği inancındayız. Mevlânâ gecemizi aydınlatan ay gibidir. Kaynağı olan güneşten aldığı ışınları bizlere aktarır. Kafa ve gönül gözümüzün önünü aydınlatır.
Mevlânâ Mesnevî’si için şunları söylüyor:
Her dük¬kâ­nın baş¬ka bir me¬ta¬ı, baş¬ka bir kâ­rı var¬dır. Ayak¬ka¬bı¬cı dük¬kâ­nında gü­zel de¬ri¬ler var¬dır. Gör¬dü­ğün tah¬ta¬lar da ayak¬ka¬bı ka¬lıp¬la¬rı¬dır. Ku¬maş¬çı¬lar¬da ku¬maş ve ipek¬li¬ler bu¬lu¬nur. De¬mir var¬sa an¬cak ar¬şın ola¬rak var¬dır. Bil ki Mes¬ne¬vî, vah¬det dük¬kâ­nı¬dır. Vah¬det¬ten baş¬ka on¬da ne var¬sa put¬tur.
Mes¬ne¬vî, be¬ğe¬ni¬len bir gü­zel¬dir. Eşsizdir, gü­zel¬dir, sev¬gi¬lidir. Lâ­kin her¬ke¬se ce¬mâ­li¬ni ar¬zet¬mez. Soh¬be¬ti¬nin mah¬rem¬le¬ri, hâl sa¬hip¬le¬ri¬dir. Ca¬hil¬ler, onun gü­zel¬li¬ği¬ni, ce¬mâli¬ni in¬kâr edi¬ci¬dir¬ler. Vâ­sıl¬lar¬sa hüs¬nü­nün şev¬kin¬den na¬sip¬len¬miş¬lerdir.

Mesnevî’nin sözlerinin sûretine bakarsan bu, sûret ehlini sapıtır, mânâ ehliniyse hidayete erdirir. O ruhların cilâsıdır. Hidayete ermek ve ruh ay

nasını parlatmak isteyenler haydi bu yaz Mesnevî okuyalım!

1 Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, MEB Yay., İstanbul 1989, I, 490.

2 Ahmed Eflâkî, a.g.e., I, 275.

3 Ahmed Eflâkî, a.g.e., I, 608.

4 Bu kıssa için bkz. Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf, (Süleyman Nahîfî’nin manzum tercümesinden sadeleştiren) Âmil ÇELEBİOĞLU, Timaş Yay., İstanbul 2007, s. 694-707 (beyit: 1314-1780).