En Büyük Zafer

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

Maalesef şiir hakkında bazen bilenlerden ziyade bilmeyenler, anlayanlardan ziyade anlamayanlar yoruma hevesli. Tespitler doğru yanlış üzerinde pek durulmuyor. Hele tefekkür derinliği bazen tamamen unutuluyor. Meselâ geçenlerde bir şiir hakkında şöyle bir yoruma rastladım:

“Şiirinle İstanbul’un fethi ya da Çanakkale Zaferi’ne yardımcı olmaya çalışıyormuş gibi bir hâlin var. Ama aradan çok zaman geçti. Köprülerin altından çok sular aktı.” ilh.

Evet, millî-mânevî duygularla, Malazgirt Zaferi, İstanbul’un Fethi, Çanakkale gibi tarihte kalmış zaferlerimizi yâd ediyor, şiirleştiriyor, geleceğe aktarıyoruz. Ama anlaşılan kimisine bu hayli komik geliyor:

“Bugün sefer mi var ki zafer olsun? Bugün mevcudu muhafazanın derdindeyken fetih türküleri, destanları anlamsız birer nostalji değil mi?” diyorlar.

İyi de, zafer kavramı gençliğimizin gönül ve zihin dünyasından çekilip gitmeli mi? Yenilgi yenilgi büyüyen buhranlara mı kalmalı gençlik?

Moğol İstilâsı’nın şarkı kasıp kavurduğu bir devirde yaşayıp, ardında Mesnevî gibi bir zafer-nâme, Divân-ı Kebîr gibi bir destan bırakan Mevlânâ Hazretleri’ne kulak verelim:

“Musa -aleyhisselâm-’ın anılması, onun Firavun’la uğraşması, hâtıraları eski devirlere götürüyor. «Bunlar çok önce olup bitenlerin hikâyesi imiş.» deniliyor; «Bugün ne Musa var, ne de Firavun!» diye düşünülüyor.

Musa -aleyhisselâm-’ın adının zikredilmesi, işi açıkça söylemekten kaçınmak, daha doğrusu işi gizlemek içindir. Yoksa ey temiz kişi, asırlarca evvel gelen Hazret-i Musa’nın nûru, bugün senin yanında, sende bulunuyor.

Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri buyuruyor ki: “Benim rûhum, Musa; aklım ise, Harun’dur. Nefsim Firavun; nefsimin hevâ ve hevesi, Firavun’un veziri olan Hâman’dır.” (Şefik CAN, Mesnevî Tercümesi’nden)

Evet, Hazret-i Musa’nın Mısır seferi sürekli insanın içinde cereyan etmekte. Gel sen de sendeki Musa’yı, tendeki Firavun’a galip eyle. Çünkü asıl savaş, asıl mücadele orada.

En büyük zafer hangisi? En büyük savaş hangisiyse, en büyük zafer de onun sonunda elde edilendir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- «Nefisle mücahede en büyük cihaddır.» buyuruyor.

Hiç bitiyor mu nefisle rûhun arasındaki amansız savaşta seferler? Hiç kesiliyor mu? En büyük zafer nefse karşı kazanılacak zafer olduğu gibi, en büyük hezimet de nefsin karşısında alınacak hezimettir.

Kesret âlemindeki günübirlik siyaset grafiklerine, Kur’ân’ın ifadesiyle insanlar arasında eyyâmın tedâvülüne takılıp kalmak insanın aklına, fikrine, hâlet-i rûhiyesine zarardır. Ve bu takılış asıl büyük harbi ıskalamak olur. Kendi mülkünü Firavun’a, kendi aklını Hâman’a kaptırmış kişiler, günlük hayata, devrana boşuna Süleyman beklerler.

Bu savaş, vücut mülkünde sürer gider de dışarıdan ne ateş görünür ne duman. Ama zannetmeyin gizli kalacak bu eşsiz muharebe. Bu harbin her ânı vakanüvisler tarafından saniye saniye kaydedilmekte. Bir gün ya zafer-nâme gibi alkışlar, aferinlerle sağ tarafımızdan, yahut da -hafazanallah- bir hezimet-nâme olarak solumuzdan sunulacak bize bütün o kayıtlar.

Bu savaşta zafer nasıl olur ki? Nasıl ulaşılır zafere, nedir zafer? İşte birkaç cevabı:

«Gel, gel!» diyen, sıcak yüzlerle çağıran, ateşten davetlere soğukkanlı birer; «maâzallah!» çekip, buhran içinde burhanı bulmak!

İşte zafer!..

Yüz binler, milyonlar zehirli sam yeli üfürükleriyle söndürmek için var güçleri, hor nefesleriyle üflerken, o üfürükler fırtınalara dönüşürken, savrulmadan, yıkılmadan avucun içinde değerleri kor gibi taşımak geleceğe…

İşte zafer!..

Cehaletin karanlığında, gafletin çamurunda bocalayanlara eldeki tek sermayeyi feda etmek, bir ömür erimek pahasına mum olup ışık saçmak…

İşte zafer!..

“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit kızdığı zaman öfkesini yenen adamdır.” (Hadîs-i şerif) fehvâsınca öfke ânında yutkunmak, sol eline bile duyurmadan uzatıvermek, gözünü yumuvermek, nefsin elini-kolunu bağlamak ve şeytanın bacağını kırmak…

İşte zafer!..

Bugün Musa mı kaldı, Firavun mu kaldı demiyor, okuyoruz Kur’ân’ı, Mesnevî’yi… Çünkü onlar o büyük rezmin birer remzi; o büyük harbin birer sembolü.

Malazgirt de öyle… Çanakkale de öyle…

Malazgirt; bu toprakları İslâm aydınlığına açışımızın başlangıcının, Çanakkale ve İstiklâl Harbi; bu topraklarda kalma, yaktığımız ateşi koruma irademizin birer işareti. Dünyayı bir köye döndürme iddiasıyla, her yeri çiftlikleri yapma gayretindekilere bu yurdun bize ait olduğunu haykıran tabelanın çelikten çivileri…

Bunların fert fert içimizde yaşanan savaşlarda da karşılıkları var. Alparslanlar, Fatihler, Seyit Onbaşılar, Sütçü İmamlar… tıpkı Hazret-i Musa rûhumuzu, Diyojenler, Bizans, Yunan, İngiliz vesâiresi de Firavun örneğinde olduğu gibi nefis, şeytan gibi düşmanlarımızı temsil ediyorlar.

Seyit Onbaşı gibi bütün güçlüklere rağmen sokmuyoruz şeytanı hududumuzdan…

Girerse de Yunan’ı denize döker gibi, her gün kovalıyoruz onu, temiz beden mülkümüzden…

O hâlde yadırganmasın millî-mânevî heyecanımız, kahramanlık şiirlerimiz… Biz köprülerin altından akan suları da ters döndürecek kudrete inanmışız:

Rabbim isterse sular, buklüm büklüm burulur.

Bu sebeple bitmez ne seferlerimiz, ne zaferlerimiz:

Ey yolcu uyan! Tâ sona binlerce sefer var!
Bir lâhzaya bin asrı vuran mühre zafer var!.. (Seyrî)

Ve en önemlisi; buradakiler değil asıl sondaki zaferler önemlidir. İş orada muzaffer olmakta:

İşte en büyük fevz (zafer, kurtuluş) budur!” (Buruc, 11)