Kur’ân ve Namaz

Âdem SARAÇ

Aydınlık geldi miydi, karanlık yok olur…

Allâh’ın kanunudur bu… Allâh’ın kanunu değişmez…

İslâm, aydınlıktır…

Kur’ân ve namaz, aydınlanmadır…

İslâm güneşi doğar doğmaz, karanlıklardan sıyrılıp, aydınlığa yönelen nasipliler nasiplenmişlerdi. Karanlıklar aydınlanmaya, zulmetten rahmete yükselmeye başlanmıştı.

Gönüllerini batıl işgallerden arındıranlar, Yüceler Yücesi’ne salmışlardı yüreklerini. Böylece bir başka âlemin kapısını çalmışlardı.

Allah ve Rasûlü’nü gönüllerine almışlar, böylece gönül adamları olmuşlardı. Gönül hanımları, gönül çocukları, gönül gençleri olmuşlardı.

Gönüllerde yer eden bu yüce din, bütün hayatlarına yeni bir şekil vermeye başlamıştı.

Peygamberler Sultanı aydınlık ufuklara davet ediyordu insanları…

Peygamber Efendimizin getirdiği meş’ale, çöp yığınıyla tutuşturulan ateşlerin aydınlığına benzemezdi. Böyle bir ateşi en hafif bir rüzgâr bile söndürürdü. Onun daveti, en sert rüzgârların etkisiyle bile asla titremeyen ve sarsılmayan bir davetti.

İslâm’a giren kimselerin sayısı başlangıçta azdı. Fakat onlar ânî heyecan sonucu değil, akıl ve düşünce sonucu Müslüman olmuşlardı. Yani onlar, ânîden parlayan herhangi bir çer-çöp alevi değil, Nûr’un kaynağından nur devşiren seçkin simâlardı.

İslâmiyet, ışığın karanlık içine sirayet edişi gibi, gönülleri kaplamaya başlamıştı. Şirkin inatçılığı ve müşriklerin sapıklığı arasında, İslâm’ın nûru mü’minlerin kalplerine yerleşmişti.

Fakat bu kolay olmamıştı, olmuyordu, olmayacaktı…

İnananlar, inançlarının gereklerini yerine getirmekten alıkonuluyorlardı. İslâm’ı ciddî bir şekilde öğrenmek, öğrendiklerini eksiksiz bir şekilde hayatlarına geçirmek gibi bir güzelliğin içine girmişlerdi. Ama sürekli engellerle karşılaşıyorlardı.

Mescid-i Haram’da namaz kılamıyorlardı. Namazlarına müdahale ediliyordu. Bu engelleri bahane ederek, hiçbir zaman namazdan kaçmak gibi bir hataya düşmemişlerdi. Bunun için Mekke dışına çıkıyor ve ibadetlerini gizlice yapıyorlardı.

Namaz İslâm’ın temel direği idi. Namaz Allâh’ın emriydi. Namazsız Müslüman, olgun bir Müslüman olamazdı. Namaz, kulun Rabbi ile sürekli bağlantısını sağlayan bir bağdı.

Müslümanların önüne çıkarılan engel sadece bu kadar değildi. Allah ve Rasûlü’ne gönül verenler için Kur’ân-ı Kerim okumak da bir başka hayat kaynağı idi.

Müslümanlar, müşriklerin arasında Kur’ân-ı Kerîm’i de açıkça ve yüksek sesle okuyamıyorlardı.

Kur’ân-ı Kerim, Allah kelâmıydı. Hayat nizamıydı. Bundan dolayı hem okunacak ve hem de hayat geçirilecekti. Bunun için gönderilmişti.

Bunu çok iyi bilen o seçkin insanlar, Kur’ân okuyacak bir yerler buluyorlar ve sadece ağız dolusu değil, gönül dolusu bir aşk ve şevk ile okuyorlardı.

Bütün engellemelere rağmen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müşriklerin arasında bile Kur’ân-ı Kerîm’i açıkça okuyor ve dinî vecibelerini açıkça yerine getiriyordu…

Bir defasında, açıkça namaz kılarken, Ebûcehil gelip sataştı. Çirkin sözler söyledi. Kaba ve haşin hareketlerle çıkıştı; “Ey Muhammed! Sana burada namaz kılmamanı ve Kur’ân okumamanı söylememiş miydim? Neden hâlâ namaz kılıp Kur’ân okuyordun burada ha?”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, edepli, nazik, ince ve kibar bir insandı. Bundan dolayı o nasipsizin sözlerine cevap vermedi. Çünkü O, İslâm’ın edebini biliyordu. Bu yüzden karşılaştığı kaba ve edepsiz muameleye aynısıyla karşılık vermemişti.

İslâm dininin bu ilk ve seçkin Müslümanları, dinlerini öğrenmek için gecelerini gündüzlerine katıyorlardı. Fakat engeller çok olduğu için, Peygamberimizin yanında açıkça toplanamıyorlardı. Erkam’ın evinde gizlice bir araya geliyorlar, orada Kur’ân talimi yapıyor, namazlarını kılıyorlardı.

Evlerde de zorluklar vardı…

İçinde Müslüman bulunan her ev, o Müslüman için bir çilehaneydi. Çünkü müşrikler, aralarında bulunan Müslüman’ı önce kınayarak ve ayıplayarak işe başlardı. Sonra bu ayıplama ve kınama, işkenceye dönüşürdü. Eğer bu Müslüman dininden dönmezse -ki bir kişi bile dönmedi- en yakın akrabası bile olsa, o zâlimler îmanında direnen o Müslüman’ı daha da ağır işkencelere maruz bırakırlardı.

Kur’ân okumasına izin vermezlerdi evde…

Namaz kılmasına asla müsaade etmezlerdi…

Îman nûru ile aydınlanmış Müslüman ise, her şeye rağmen Kur’ân ve namazdan vazgeçmezdi. Kur’ân ve namaz vazgeçilecek şeyler değildi çünkü…

Müslümanlar, eza ve işkencelerden dolayı Kur’ân-ı Kerîm’i açıkça okuyamıyorlardı. Ama Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kur’ân-ı Kerîm’i yüksek sesle ve açıkça okuyabiliyordu. O’nun daveti ve Rabbinin risaletini tebliğ görevi, Kur’ân-ı Kerîm’i açıkça okumasını zorunlu kılıyordu çünkü.

Peygamberler Sultanı Kur’ân-ı Kerîm’i açıktan okuyor ve namazı da açıktan kılıyordu.

Aydınlık kaynağı olan Kur’ân nûruna gözlerini ve gönüllerini kapayan müşrikler, bir yandan da birbirlerinden gizli Kur’ân dinlemek için, kendilerince büyük bir riske atılıyorlardı.

Kur’ân-ı Kerim ilgilerini çekiyordu aslında. Fakat kendilerini zorlayıp, ilâhî kelâma gönüllerini tıkadıkları gibi, kulaklarını da tıkıyorlardı…

Ne denirdi ki! Bu bir nasip işiydi ve herkese de nasip olmuyordu işte…

Allah ve Rasûlü; “Kur’ân okuyun!” diye buyuruyorsa, okunacaktı. “Namaz kılın” diyorsa, kılınacaktı… Bunun bahanesi olmazdı… Yoktu da zaten.

Kur’ân ve namaz hakkında o kadar çok âyet ve hadis var ki…

Sadece okumak, yazmak veya dinlemek için değil, yaşamak için birer hayat düsturudur onlar. Kur’ân ve namaz… Karanlıkları aydınlatan iki meş’ale…

“Kur’ân okuyunuz.” buyurmuştu Peygamberimiz; “Namaz kılınız.” buyurmuştu…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-