HÂL DİLİYLE DERS

İrfan ÖZTÜRK

Bağdat şehrinde ilmiyle âmil ve fazlıyla kâmil bir âlim vardı. Hayatını ilme ve ilim adamı yetiştirmeye vakfetmişti. Medresesi talebelerle dolup taşar, her gelen öğrenciye durumuna göre yardımcı olur ve mutlaka medreseden kâmil bir âlim ve ârif olarak mezun olmalarını temin ederdi.

Bu büyük âlim; mihrapta imam, kürsüde vaiz, minberde hatip, dergâhta şeyh, medresede müderris olmak gibi beş tane görevi birden îfâ ediyordu. Talebeleri hürmet ve edep üzre derslerine çalışıp, bu büyük âlim ve ârifin hem ilminden hem irfanından istifade ediyorlardı.

Bu âlimin itibarından istifade etmek, onu işlerin başında göstererek kendisine meşruiyet elde etmek isteyen devrin halîfesi, mektup ve elçiler göndererek bu zâta Bağdat kadılığını teklif etti. Fakat âlim kararlı bir şekilde bu vazifeyi reddetti. Halîfe tarafından birkaç defa daha davet edilmesine rağmen hoca efendi her defasında reddetti.

Halîfe bu şekilde reddedilmeye fena hâlde bozulmuş ve kızmıştı. Kendince intikam almaya ve zora başvurmaya karar verdi.

O gün öğrenciler medresede feyiz ve muhabbet içinde, üstada sorular soruyorlar, verilen güzel cevapları can kulağıyla dinliyorlardı. Öğrenciler hocalarına üç soru sormuş, cevabını beklerlerken tam o esnada halîfenin adamları içeriye daldılar, âlimi tevkif edip, öğrencilerinin gözü önünde tartaklayarak, çeşitli küfürler savurarak götürdüler. Öğrenciler neye uğradıklarını bilemediler, ağlaşmaya başladılar.

Ertesi gün öğrenciler toplandılar, hocalarına sordukları, henüz cevabını alamadıkları o üç soruyu, gidip zindanda hocalarına sorma kararı aldılar. Çünkü her hâlükârda ilimden geri kalmamalıydılar.

Ertesi gün hocalarının hangi zindana götürüldüğünü öğrenip doğruca oraya gittiler. Fakat zindan görevlileri hiç kimseyi zindana bırakmıyordu. Yalvardılar, yakardılar, ilim için görüşeceklerini söylediler. Sonunda gardiyan:

“–Haydi size bir saat müsaade ediyorum, ilme mânî olup da zâlimlerden olmaktan korkarım.” dedi.

Öğrenciler içeri girdiler. Hocaları bir katil gibi zincire vurulmuş, diz üstü namaz kılar gibi oturuyordu. Talebeler ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Fakat üstatlarında hiç üzüntü hâli görülmüyordu.

Hoca efendi öğrencilerine bakarak onlara zindanı şöyle tarif etti:

“Burası belâlar menzili, diriler kabri, düşmanların şamata yeri, dostların imtihan mahallidir. Ağlamayın, Cenâb-ı Hakk’ın enbiya ve evliyaya verdiği mihnetler ve belâlar onlara ceza olarak değil, hediye olarak verilmiştir. Cenâb-ı Peygamber Efendimiz: «Allah, bir kulunu sevdiği zaman onun üzerine belâlarını döker de döker.» diye buyuruyor. Üzülmeyin, şöyle oturun…” diye onları halka şeklinde oturttu. Sanki zindanda değil de medresede idiler ve ilmî meselelere daldılar. Hoca efendi:

“–Çocuklar, üç soru sormuştunuz: 1. Kanaat nedir? 2. Hakikî sabır nasıl olur? 3. Hakikî insan kimdir?

Sorularınıza hâl ile mi, yoksa kāl ile mi cevap vereyim? Kāl ile yani sözle cevap verirsem sözde kalır. Hâl ile yani davranışla cevap verirsem kalıcı olur.” dedi.

Tam o esnada zindancı, âlimin yemeğini getirdi. Gelen yemek, içinde birkaç nohut tanesi bulunan bir tabak nohut çorbasından ibaretti. Hoca efendi yemeği; «Bismillâh» deyip büyük bir iştahla yedikten sonra ellerini kaldırdı ve dua etmeye başladı. Öğrenciler, hocamız yemek duasını yapıyor zannetmişlerdi ki; birden zindanın tavanı açıldı, gökyüzünden bir sofra indi ki, envâi çeşit yemeklerle dolu idi. Öğrenciler hayretler içinde sofraya bakarken, bu zat:

“–Buyurunuz çocuklar, yiyin.” diye onları sofraya davet etti. Hep beraber oturdular, yemeğe başladılar. Fakat hocaları yemekten yemiyordu, yemek bitti, sofra geldiği şekilde tavandan yukarıya kaldırıldı.

“–Çocuklar, gördüğünüz gibi ben ne zaman Allâh’ıma yalvarsam, bu sofra bana iner. Ama madem ki bana bir tas nohut çorbasını reva görmüşler onunla iktifâ ederim. İşte KANAAT budur.”

Derken namaz vakti geldi. Hoca efendi yine dua etmeye başlayınca, bu sefer de ellerinde ve ayaklarındaki zincirler kendiliğinden düştü ve ayağa kalktı ve talebelerine namazı kıldırdı. Namazdan sonra:

“–Çocuklar, gördüğünüz gibi ben ne zaman Rabbime dua etsem, Rabbim ellerimde ve ayaklarımdaki kelepçelerden beni kurtarır. Fakat mademki bana bu cezayı uygun görmüşler. Cezaya tahammül eder, şikâyet etmem. İşte HAKİKÎ SABIR böyle olur.”

Öğrenciler bu lisân-ı hâl dersiyle mest olmuş zindanda bulunduklarını unutmuşlardı ki, bir ses zindanı çınlattı:

“Haydi, vaktiniz doldu, derhâl dışarı!” Öğrenciler mecburen dışarı çıktılar. Üzgündüler çünkü henüz üçüncü sorunun cevabını alamamışlardı.

Ertesi gün yine zindanın kapısında toplandılar, geciken ve arkadaşlarını bekleten arkadaşları heyecanla arkadaşlarına şunları anlattı:

“Arkadaşlar, bu gece bir rüya gördüm. Rüyamda hepimiz şimdi burada olduğumuz gibi buraya gelmiştik. Şuraya bir idam sehpası kurulmuştu, hocamızı zindandan çıkarıp idam ettiler. Hocamızın rûhu yeşil bir kuş gibi ağzından çıktı ve uçtu uçtu, cennetin kapısına dayandı. İçeriden:

«–Ey kulum! Senin için hazırladığım cennetine gir!» diye cennete davet ediliyordu. Hocamız ise davete şöyle cevap veriyordu:

«–Emrinize âmâdeyim ancak, cennete girmek için bir şartım var yâ Rabbi…»

«–Şartın nedir söyle ey benim sevgili kulum. Seni hiçbir zaman, hiçbir yerde mahzun, mahrum ve mahkûm etmeyeceğim.»

«–Yâ Rabbi; beni yakalayıp yaptığım hizmetlerden mahrum edenleri, beni medresemden alıp öğrencilerimin gözleri önünde tartaklayıp zindana götürenleri, zindanda bir katile bile reva görülmeyen işkenceleri bana reva görenleri, bu işkenceyi yaptıranları, benim için idam sehpası kurduran ve kuranları, boynuma idam ipini geçirenleri, ipimi çekip hayatıma son vermeye sebep olanları da affedip benimle beraber cennetine koymadıkça asla cennetine girmeyeceğim.»”

Tam bu esnada öğrencilerin hepsinin işitebileceği bir ses duyuldu: “İşte HAKİKÎ İNSAN…”

Zulmün olduğu yerde, hiç adalet olur mu?

Afvın olduğu yerde, hiç adavet kalır mı?

(Gülzâr-ı İrfan)