Yazık Değil mi?

YAZAR : M.Ali EŞMELİ

Kelimeler balon gibi olmaya başladığı günden beri içlerine neler üflenmiyor ki!

İhtiyaç kelimesine bakın.

Ne var ne yok her şey onun içine dolduruldu.

Hattâ israf bile. İsrafın çılgınlığı bile ihtiyaç oldu.

Neticede, israf denen sefalet gündemlerden çıkmaya, dikkat edilmemeye başlandı. Hele onu bir hastalık hâline getirenler için israf, hiçbir tehlike hissi uyandırmıyor.

«Ne yapalım, alışkanlık, tutku!» gibi sigara tiryakilerinin mazeretlerine benzer sebepleri her gün duyabilirsiniz. Mazeret bir yana. Sigara paketlerinde ölüm sinyali olarak konulan cümlelerle tiryakiler alay ediyor.

Hayatla dalga geçecek kadar israf.

Yazık değil mi?

Ya israfı hiçe sayan, üstelik körükleyen yayınlar? Yazık değil mi?

Faruk Nâfiz’in mısralarında;

Var kitaba, deftere ihtiyacı çocuğun;
Kızın gözü plâjda, sinemada, romanda,
Kadın da şapka, tayyör, mayo, iskarpin ister;
Âile reisinin gözleri boş sahanda!

şeklinde anlatılan bir tabloda yer alanlara yazık değil mi?

Yarışların moda hâline geldiği zamanımızda en büyük yarış, israf çılgınlığında yaşanıyor. Bu ilân edilmemiş yarışa katılanların hiçbiri ikinci, üçüncü olmuyor. Hepsi de at başı. Aynı şairin buna itirazı şöyle:

Şüphesiz stadyom, anfi lâzımdır;
Lâkin elzem olan havagazımdır!
Milyonlar isrâfı, itirâzımdır;
Masrafta bir parça noksan bekleriz.
Ama nerde:
Artıyor her gün gıdâ narhile eşyâ masrafı,
Aksi şeytan, vâridâtım dâimâ eksilmede!

Şu asırda bu asırda yaşamak, şu teknik bu teknolojik gelişmeler içinde olmak israfa çare değil. Bilâkis bazen daha başka israflara da sebep olmakta:

Bir taraftan gerçi keşfiyyât her gün artıyor,
Bir taraftan âdemoğlundan zekâ eksilmede!
Bu kadarına da yazık değil mi?

Şu azalır, bu azalır, sonunda bir ihtimal telâfisi olur; ancak zekâ azalır, akıl azalır, gönül azalır ise insanlık âleminde bertaraf edilmesi zor garip sürüler türemeye başlar.

Âhirzamanda kötülüğün uğruna iyiliğin feda edilmesi, zulmün gücüne mazlumun kurban edilmesi, hep bundan.

Yazık değil mi?

Üstelik rollerin ismi değişmekte. Kötülüğe kötülük denmiyor, ilâç gözüyle bakılıyor. İyiliğe iyilik denmiyor, mikrop deniyor. Telâkkiler bozuluyor. Neler hoş görülecek neler görülmeyecek birbirine karışıyor. İdraklerin bundan daha beter israfı olamaz. Yazık değil mi? Düşünce ve ibret ayarlarımızı düzeltmeliyiz:

Gafletle bulunmaz yedi kat Arş’a asansör,
Hep yanlışı hoş görme, biraz doğruyu hoş gör! [Seyrî]

İkinci mısradan hareketle bir de şöyle söylemeli:
Vazgeç de domuzdan, koyunun postunu hoş gör,
Hep düşmanı hoş görme, biraz dostunu hoş gör!

Bir de şöyle:

Dinsizlik azâbında uyan dînini hoş gör,
Hep kâfiri hoş görme, biraz mü’mini hoş gör!

Bir de şöyle:

Boş kelleyi hoş görme, mecalsiz dizi hoş gör,
Hep güçlüyü hoş görme, biraz âcizi hoş gör!

Bir de şöyle:

Hep sahteyi hoş görme biraz gerçeği hoş gör!

Bir de şöyle:

Müsrifliği hoş görme, biraz ölçeği hoş gör!

Çünkü ölçekten ve gerçekten kopunca maddenin ötesinde nice mânevî sefaletler toplumu harap ediyor. Âkif’in şu beyti ne hazindir:

Ne kadınlar, ne sefâlet doğuranlar görürüz;
İşte binlerce çocuk, hem baba sağ, hem öksüz!
Bu da bir israf. Hep de en büyük israf.
Yazık değil mi?

Meğer dikkat etmemeğe başladığımız israf, ne boyutlara ulaşabiliyor. Sonra çılgınlığa dönüşüyor.

Unutmamalı ki;
Zaman israfı, çözümsüz nedamet.
Akıl israfı, şuursuz esaret.
Gönül israfı, muhabbeti öldüren denâet.
İlim israfı, semerlik cehalet.
Malın israfı, yokluk ve sefalet.
Ahlâkın israfı, müzmin rezalet.
Neslin israfı, felâket, felâket, felâket…
Bu israfların önü alınmazsa olacak olan şu:
Yazık ki çıkmak ümîdiyle kalkarak ayağa,
Kımıldadıkça gömülmekte büsbütün batağa! [M.Âkif]
Yazık değil mi?
Elbette yazık!

İşte bunun içindir ki güzel dinimizde, koca bir derya içinde de olunsa bir damlayı bile israf etmek, yasaklanmıştır. İsrafın her çeşidi kötüdür, âfettir.

Velhâsıl israf zannedilmeyen nice israflar da, yarın boğazımıza dolanacaktır.

Ancak bu meselede istisna bir husus var.

Bazen israf zannedilip kaçınılan bir husus. Gerçekte israf değil, aksine zarûret bir husus:

Eğitim harcamaları…

Yani insan eğitiminde yapılan doğru harcamalar ne kadar çok olsa da asla israfa girmez. Hattâ çağlara yön verecek kıvamda yetişecek bir kişi için, sadece bir kişi için bile, binlerce kişiye yatırım yapmak boşuna değildir. Tıpkı bir ağacın, kendinden sonra aynı vazifeyi devam ettirecek bir ağaç için kara toprağa binlerce tohum saçması gibi. Binlerce tohumun kimi çürür, kimini kuş kapar, kimi ayakaltında çiğnenir gider, kimi çimlenecek su bulamaz da kurur; içlerinde ancak bir-iki tanesi bütün olumlu şartları denk getirir ve ağaç hâline gelir. Bu durumda diğerleri kesinlikle israf olmamıştır, bilâkis bu iki ağaç için sermaye olmuştur. Mehmet Âkif bu hikmetli meseleyi mısralarında ne güzel anlatır:

Saçıp savurmada fıtrat bütün hazâinini,
Merâmı gâyesinin böylelikle te’mîni.
Ya önceden biliyor, binde kim bilir ne kadar
Ziyâna uğrıyacak sonradan bu milyarlar?
Kolay değil, kimi, intâş için zemin bulamaz;
Zemin bulur kimi, lâkin nedense doğrulamaz.
Bu çiğnenir, onu kurt yer, öbür zavallıyı kuş;
Bakarsınız: Çoğu bitmiş sonunda, mahvolmuş,
Sebât edip de, fakat kurtulan tohum pek azı.
Demek, saçarken eteklerle saçmadan garazı,
Şu çimlenen bir avuç tohmu devşirip, ancak,
Bekā-yı nesle varan gâyesinde kullanmak.
Demek, tabîat edermiş zaman zaman israf…
Hayır, tabîate müsrif demek, bilâ-insâf,
Hatâ değil de nedir? Çünkü hayr için veriyor.

Efendiler, bize fıtrat nümûne gösteriyor,
Diyor ki: Gâyeniz uğrunda bezledin emeği;
Düşünmeyin hele hiçbir zaman esirgemeyi.

Efendiler, bu eserler de şimdi bastırılır,
Biner biner saçılır yurda, çünkü lâzımdır.
Buyurdular ki: Fakat bastırıp dağıttık mı,
Ziyân olup gidecek, hem büyükçe bir kısmı.

Efendiler, bilirim ben de çok bu işte ziyân;
Şu var ki: Savrulan efkârı toplayıp okuyan,
Velev pek az kişi olsun zuhûr eder mutlak.
Bizim de gâyemiz ancak o nesli kurtarmak.

Hâl böyleyken nice israfları zarurî masraf zannederken, nesli kurtarmak için yapılan azıcık gayretleri ve harcamaları da israf zannetmek, büyük bir hatadır! Nesli eğitmek için harcanmayan imkânlara yazık değil mi?

Tarihe adları altın harflerle yazılan âbide şahsiyetleri yetiştirmeye muvaffak olmuş ecdadımız, bu muvaffakıyetini insan yetiştirmekte basiretli adımlar atarak gerçekleştirmiştir. İşte kısa ömrünce uzun çığırlar ve çağlar açan Sultan Fatih’ten bir örnek:

Sultan, vezirlerle birlikte toplantı yapmaktaydı. Mevzu bütçeydi. Her bakımdan çok iyi bir eğitim görmüş olan Fatih Han, devrin üniversiteleri demek olan medreselere büyük bir tahsisat ayırdı. Ancak malî işlerle alâkalı olan vezir, tahsisatın çok fazla olması karşısında sükût etti. Durumu fark eden basiretli sultan, sordu:

“–Paşa, bütçe meselesi sizin mevzunuz. Niçin sustunuz?”

“–Estağfirullah sultanım.”

“–Herhâlde eğitim için ayırdığım miktar size fazla göründü?”

“–Doğru sultanım! Memleketin bin bir ihtiyaç ve masrafı var. İlim tahsili de bunlardan biri. Eğitim elbette çok mühim, ancak ayrılan tahsisat, bana lüzumundan fazla göründü.”

Vezirinin bu sözleri üzerine Fatih, orada bulunanlara şu tarihî açıklamayı yaptı:

“–Paşalarım, hepiniz bilirsiniz ki, bütün mesleklerin firesi vardır. Bunlar arasında ilim mesleği ise daha fazla fire verir. Zira İki Cihan Serveri, Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: «(Zâhirî ve bâtınî) âlimler, peygamberlerin vârisleridir.» buyruğu veçhile peygamber vârisi ve vekili olabilmek, öyle kolayca mümkün olmaz. O makam, ilim ve irfanda büyük bir gayret ve liyakat ister. Herkes bu gayret ve liyakati gösteremez. Onun için ilim ve eğitim mesleğinde fire, her zaman çoktur.

Benim nazarımda diğer meslekler şöyledir: Siyah kurşunî veya kahverengi bir kumaşı kirli bir suya batırsam, kuruduğunda üzerindeki kir görünmez. Onu sarık diye sarabilirim. Ancak beyaz bir tülbent, böyle değildir. Kirli suya batırılsa, hattâ üzerinde küçük bir sinek lekesi olsa da hemen kendini belli eder. İlim mesleğini bu şekilde düşününüz.”

Sultan, derin bir nefes aldı ve başını malî işlerle ilgilenen vezire çevirdi:

“–Paşa! Medresemizde imkân sağladığımız yüz talebe var. Bunlardan kaçı yetişir?”

“–Sultanım, iki-üç, en fazla beş kişi…”

“–Belki de bir kişi..”

“–Evet sultanım…”

“–Paşa bütün masraflar, işte o üç-beş kişi veya bir kişi içindir. Bilmez misin ki, koca bir halkı eğitmek, o yetişmiş üç-beş kişi ile mümkündür.”

Vezir bu doğru sözler karşısında başını büktü:

“–Bilirim sultanım. Dediğiniz gibidir.”

Fatih ilâve etti:

“–O hâlde paşa, talebeler arasından o üç-beş kişiyi çıkarabilmek için yüzlercesine emek vereceğiz. Unutma ki saçılan binlerce tohumdan yetişen bir iki mahsûldar ağaç, millet toprağında binlerce semere verecektir; hem de asırlar boyunca.”

Bütün bu gerçekler bize;

Neye yazık neye yazık değil, ayna gibi gösteriyor! Gösteriyor ki, yetişmiş bir şahsiyetin değeri ve muvaffakıyeti, bir milletin değerine, zaferlerine ve muvaffakıyetlerine temel teşkil etmektedir.

Şimdi bunu göremezsek;

Yazık değil mi?