Yollar ve Yolcular…

Sâdi PELENK

Bilmem farkında mısınız? Bir bir dökülüverdi cümle hasletlerimiz hazan yapraklarınca… Gayrı bizi biz eden, bizim olan, bizleri bizcileyin yaşatan ve anlatan özelliklerimiz kalmadı neredeyse…

Kim ne derse desin. Bu düşüncelerime «eskiye özlem» ya da «nostalji» adı verilemez…

Zira hiç kimse eskiden çektiği sıkıntılara, yeniden talip olmak gibi bir «hamâkat» örneği sergileyemez… Sergileyemez ama güzelliğini anılarının sultan sarayına serdiği kırları ve gözlerine içirdiği elvan elvan kır çiçeklerinin solmayan renklerini de, soysuz unutkanlığın kurumuş süngeriyle silip atamaz ki…

Bir düşünün, Allah aşkına!..

Sizce yolculuk mu şimdiki yolculuklar?.. Kulpundan tutup çekiştirdiğiniz oyuncak araba gibi valizlerle biniyorsunuz uçağa. Daha ne oluyor demeden bir başka iklimde açıyorsunuz gözlerinizi… Aklınız uyuşuyor, düşünceleriniz keçeleşiyor kafanızda…

Yine bayanlarca veya delikanlılarca ikramda bulunulan, sık sık su isteyenlere yüksünülmeden güler yüzle hizmet edilen, camı açılmayan, motor ve tekerleklerin asfaltta bıraktıkları sesi geçirmeyen otobüslerle; sadece kitap okuyarak, uyuyarak ve uyuşarak yapılan yolculukları da bir türlü sevemedim gitti…

Nerede o eski otobüs yolculukları?..

Daha biner binmez, önce yanınızdaki, sonra yakınınızdaki ve daha sonra tüm yolcularla birer birer ve yavaş yavaş tanıştığınız; önce karşılıklı sakız, akide şekeri gibi dil açıcıları sunup, daha sonra azıklarınızı bölüştüğünüz, sohbetin koyulaştığı demlerde aynı şeye üzülüp, aynı şeye gülüştüğünüz… Ve varılan mola yerlerinde: «Çaylar şirkettendir!» ikazıyla, salkımsöğütlerin ürkek gölgelerindeki kağşamış tahta masalara kurulduğunuz, bir süre sonra yeni bir ikazla yeniden otobüsünüze doluştuğunuz o eski yolculuklar, eski sıkıntılara yeniden talip olmak mıdır?..

Nimete şükran duyup, serinlediğiniz salkımsöğüt ve tahta masanın yarığından bir ara gözgöze geldiğiniz mor cepkenli küçük böceğe sessizce: «Kalın sağlıcakla» diyebilmeyi özlemek melânkoli depreşmesi midir sizce?..

İçinde sohbet edilmeyen, tanışılmayan, uyunan ve sadece okunan bugünkü otobüs yolculuklarını düşündükçe: «Çok okuyan bilmez, çok gezen bilir.» vecizesini, acaba hangi otobüsün buz gibi klimalı suskunluğunda dondurmak gerekir, diye sormak istiyorum…

Ne yazık ki; «uzayıp giden tren yolları» için yeni şarkılar yapılmıyor artık. Hele: “Kara tren gelmez m’ola?” diye kimsecikler sormuyor gayrı… Çünkü kalmadı o trenler ve o trenlere hasret bagajı verenler…

Şimdilerde, şafağa açılan bir tünel çıkışında; sevgilinin gözyaşlarınca şebnemlenmiyor vagon pencereleri… Ve o vagon pencerelerinden uzayıp giden ovalara doğru dalıp gidemiyor sevdalı gözler… Ovalar mı çok kurak, gönüller mi çok çorak? (ki sevdalar yüreklerden epeyce ırak.)

Siz hiç yolcuların da katılımının sağlandığı, türkülü-mânili, bilmeceli-ödüllü bir otobüs yolculuğu yaptınız mı şimdilerde?..

On saat, yirmi saat birlikte yolculuk yaptığınız ve size bitişik koltukta oturan yolcunun adını öğrenebildiniz mi şu son yolculuklarınızdan birinde?.. Hâlbuki o eski yolculuklarda değil ad, adresler bile alınır, yıllarca mektuplaşmalara, tebrikleşmelere, bazen de ziyaretlere vesile olabilirdi…

Mektup, tebrik dedim de aklıma geldi?..

Sahi nerede mektuplar? Bayram tebriklerini nereye sakladılar?.. O kartlar ki, arkalarında dostların, sevilenlerin, annelerin, evlâtların el yazılarıyla kâğıda karaladıkları duygularını; ön yüzlerinde ise ya zarif bir çiçeğin resmini, ya güzel bir şehrin panoramasını taşırlardı genellikle. Ve bu kartlar, yıllarca lâvanta kokan sandıklarda, kendileriyle ilgisi olmayan bir karton kutu içinde, zaman zaman çıkarılıp acı tebessümlerle bakılmak üzere saklanırlardı…

Varsa yoksa telefonlar var şimdi. Cepte taşınan, resim çeken, şarkı söyleyen, film oynatan, akıl hoplatan telefonlar… Ve bir de «e-mail»ler… (Ne demekse?..)

Yaşları yarım yüzyıldan aşağı olanların pek bilemeyecekleri, bir zamanların «sevkıyat trenleri» vardı… Asker adayı taşırdı bu trenler. Kara-yağız Anadolu fidanları, harman yerlerinden alınıp, baba ocağından koparılarak, «asker ocağı»na taşınırlardı…

Vatan hizmeti. Elbette gidecekler… Şimdi de büyük bir sevinçle gidiyor gençler. Ancak öyle topluca değil. Sevk kâğıtları kendi ellerinde. İstediği araçla gidebiliyor birliğine… Ama o zamanlar bir başkaydı her şey. Ulaşım zordu, haberleşme imkânsız denecek kadar güçtü…

Yolcu edenler yıkılıp kalırlardı dizlerinin üzerine. Hele anaların, hele bacıların, hele yavukluların hâlleri perişandı… Yaş çamaşır gibi yapışıp kalırlardı istasyon tretuvarlarının taşlarına…

Ya gidenler?.. İlk kez yabayı-orağı bırakıp, «piyade tüfeği»ni kavrayacağı nasırlı ellerinin arasına başını alıp, çenesini vagon penceresine veya arkadaşının omzuna dayayan ve kirpiklerine asılan yağmura fırsat vermemek için bakışlarını gökyüzüne düğümleyen gençlerin hâlleri bir başka olurdu… Onurlu bir acı, yiğitçe bir hüzün gelip otururdu genç yüreklerin direği kırık otağına…

Önce «hareket memuru»nun gösterdiği yeşil ışığa dalardı yaşlı gözler. Ardından, tiz bir düdük sesi, kılcal bir damar gibi çekilirdi ciğerlerden… Sonra…

Sonra mendiller sallanırdı, tren sallanırdı, dünya sallanırdı yorgun bir istasyonun kampanasında…

Ve «kara tren», hasrete doğru gideceğini bilir, hâlden anlardı… Çığlık gibi bir düdükle, ağlaya-inleye yol alırdı gurbete doğru… Ve mendiller, buruş buruş kalırdı terli avuçlarda…

Gayrı «yâr yolunu» kollayan, «beyaz mendil» sallayan yok istasyonlarda… Kara trenlerin yerini beyaz trenler, mavi trenler aldı alalı; kara sevdalar da terk ettiler çorak yürekleri…

Siz hiç «aktarma» yapılacak küçük kavşak istasyonlarının ıssızlığını bir akçakavakla paylaştınız mı?.. Çıkınınızdan çıkardığınız azığınızın kırıntılarına gelen ince belli kırmızı karıncalarla, gönül diliyle bir sohbete giriştiniz mi bir top çamın dikenli gölgesinde?..

Sahi, siz hiç…

Tamam vazgeçtim… En iyisi, bunları içimdeki salkım söğüdün gölgesine uzanarak kendi kendime sormalı, kendi kendimle paylaşmalıyım… Anladığım kadarıyla; bundan böyle acımızı, sevincimizi, azığımızı ve aşkımızı paylaşacağımız yolcular yok bu istasyonlarda… İçimden bir ses: «Yıldırımın indireceği hayalî bir sevgiliyi bu bekleme salonunda beyhude bekleme!» diyor…

Sanıyorum, söndü içimdeki küçük istasyon binasının dost ışığı. Son treni de kaçırdık besbelli. Sesime ses verecek kimse yok mu bu karanlıkların arkasında? Biri söylese bana; bir daha o: “Kara tren gelmez m’ola?..”