Röportaj – Mehmet ERKAL
Maddiyatta Tükenen İnsanlığa Çare
İsraf Değil İhsan Toplumu
Mehmet ERKAL Kimdir?
1944 yılında Sakarya Taraklı’da doğdu. 1966’da İstanbul İmam-Hatip Okulu’ndan, 1968’de İstanbul Atatürk Lisesi’nden mezun oldu. 1970 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi.
İstanbul’da çeşitli müftülükler bünyesinde din görevlisi olarak çalıştı. 1981’de Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nde İslâm Vergi Hukuku (Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler Devri) adlı doktora tezini tamamladı.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki görevine 1982 yılında öğretim görevlisi olarak başladı. 1987’de doçent, 1993’te profesör unvanını aldı.
Bir süre aynı fakültenin İlâhiyat Meslek Yüksekokulu’nda müdürlük yaptı. Bir müddet Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi dekanlığı görevinde bulundu.
Hâlen Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak vazifesini devam ettirmektedir.
Yüzakı: Efendim, Temmuz sayımızda, cemiyetimizi ve dünyayı saran israf hastalığını dosya konusu olarak seçtik. Bu konuda sizinle bir mülâkat gerçekleştirmek istiyoruz. Malûm olduğu üzere günümüzde israfı körükleyerek gelişmeyi esas alan bir ekonomi hâkim. Büyük bir israf çılgınlığı var. İşin kötüsü artık bu umursanmıyor da. Neden insanlık böylesine bir israf çarkına düştü?
Mehmet ERKAL: Evvelâ niçine cevap aramaya çalışalım. Tarihte çeşitli kırılma noktaları vardır. İnsanlığın eşya ile münasebeti, ihtiyaçlarını karşılama yol ve yöntemleri açısından da Sanayi İnkılâbı büyük bir kırılma noktasıdır. Sanayi İnkılâbı’na kadar insanoğlunun hayatında ciddî ve hızlı bir değişiklik görülmüyordu. Her şeyde bir yeknesaklık vardı. Değişim hissedilmeyecek kadar az oluyordu. Sanayi İnkılâbı’ndan sonra ise değişim çok hızlandı ve bu kırılmalar peş peşe geldi.
Bu tarihten sonra üretim ve tüketim, bütün dünyada insanları yönetmek, şekillendirmek, biçimlendirmek için bir araç vazifesi görmeye başladı. Az sayıdaki üretici güç, insanları tüketici olarak görmeye başladı. İnsanlar tüketime çeşitli gizli yollarla zorlanmaya başlandı.
Şimdi günümüze gelelim. Gerçekten toplum, bir aşırı tüketim toplumu hâline gelmiş vaziyette. Tamamen tek tip bir fert meydana getirilmeye çalışılıyor. «Bu tek tip ferdin temel özelliği nedir?» derseniz. «Tüketmek.» derim. «Tükeninceye kadar, gönüllü bir köle gibi tüketmek…»
Çünkü üreticiler onu öyle istiyorlar. Bu kırılmalar içinde zamanımızda yarı akademisyen, yarı filozof insanların da türediğini görüyoruz. Bunlardan biri Japon asıllı Amerikalı Francis FUKUYAMA «The End of History: Tarihin Sonu» ve «The End of The History and the Last Man: İnsanlığın Sonu» gibi makale ve kitaplar yazdı.
Bunun yanında yine yazdığı bir makaleyi genişleterek kitap hâline getiren ve herkesin dilinde olan bir Samuel P. HUNTINGTON var: «Clash of Civilization: Medeniyetlerin Çatışması» kitabının yazarı. Bir de bazılarının; «Geç Kapitalizm» dediği, bazılarının da «Post-Modernizm» dediği bir akım ortaya çıktı. «Post-modern endüstri, post-modern insan, post-modern her şey…»
Bu, harcamaya dayatılmış, milletlerarası şirketlerin yönlendirdiği devamlı sûrette tüketime yönelik bir hayat tarzı, biçimi. Görüldü ki İslâm bu tarz bir kapitalist israf çarkına mânî; ne yaptılar? İslâm öcü gösterilirse, çirkin gösterilirse, insanlar çark yapıp öbür tarafa, eğlenceye, israfa, başka tatminlere yönelecek. İşte terörizm yaftası bir de bu sebeple yapıştırıldı. İnsanlar o tarafa gitmesin. Giderse ne olur, fabrikası çalışmaz. Dâvâ o! Onun ürettiğini almaz. İsraf etmez. Cebindekini gider fakire götürür, infak eder.
İsrafın nasıl alıştırıldığı konusunun tipik örnekleri var. Bakın, bizim Pazartesi günleri okulda beden eğitimi dersimiz olurdu. Pazartesi günleri beden eğitimi ayakkabısını çıkarırdık. İşimiz bitince yerine kor, bir daha ertesi Pazartesi giyerdik o ayakkabıyı. Şimdi etrafa bir bakın; kışın ortasında o bez ayakkabı, çeşitli şekilleriyle bütün gençlerin ayaklarında. Bez ayakkabı artık bir tüketim aracı, bir ihtiyaç hâline getirilmiş.
Başka bir misal verelim. Eskiden su geçirmez saat yoktu. Su geçirmez saat icat edildi. Diyorsunuz ki: «Ben elimi-yüzümü yıkarken su da geçirmese iyi olur.» Onu alıyorsunuz. Ondan sonra hemen, denizde 20 metrede su geçirmez saat. «Bu da olabilir.» diyorsunuz hiç düşünmeden. Onu değiştiriyorsunuz, sonra 40 metrede… 40 metreden sonra yaşanmaz zaten. Mutlaka vurgun yersin. Ama 140 metrelik de çıkıyor, düşünün 140 metreye dalacaksınız, orada saate bakacaksınız. Olacak iş değil. Ama bunu hiç düşünmüyorsunuz, saatinizi değiştirip onu alıyorsunuz. Çünkü yanınızdaki arkadaşınız bunu yapmış.
Bakın, denir ki; transistorlu radyo icat edildikten altı ay sonra bizim Adana’da harman süren köylünün yanında yerini almıştır. Düşünebiliyor musunuz sadece altı ay!
Bu, ihtiyacın belirmesi, ihtiyacın giderilmesi için değil. «Öteki, beriki yapıyor, ben de yapayım» diye fecî bir tüketim toplumu hâline getirildik. Dün radyo idi, bugün cep telefonu, yarın başka bir şey…
Yüzakı: Efendim, orada sınırı nasıl çizebiliriz? Tüketmek bir insanî ihtiyaç; giyiniyoruz, yiyoruz, içiyoruz bunun gibi bir takım ihtiyaçlarımız var. Bu ihtiyaçların giderilmesi ile israfın arasını nasıl ayırabiliriz?
Mehmet ERKAL: Şimdi bakın bunu Kur’ân-ı Kerim çok güzel çözmüş. Âyet o kadar net ve açık ki;
“Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder, ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar.” (Furkan, 67) Bu çok net ve açık. Siz bütün tabiî ihtiyaçlarınızı, fizikî ihtiyaçlarınızı, biyolojik ihtiyaçlarınızı her türlü ihtiyaçlarınızı gidereceksiniz.
Çünkü Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerim’de: “Allâh’ın sana verdikleriyle âhiret yurdunu kazanmaya bak; dünyadan nasibini unutma.” buyuruluyor. Hemen arkasından “Allah sana nasıl ihsanda bulunduysa, sen de öylece insanlara iyilik yap.” (Kasas 77) emri geliyor. Âhiret ve dünya yan yana gözetilecek ve burada anahtar kelime ihsan.
Cenâb-ı Allah: «Zengin olmayın!» demiyor. «Mal sahibi olmayın!» demiyor. Mal canın yongasıdır. Hattâ malı muhafaza ediyor dinimiz. Bakınız zarurât-ı diniye dediğimiz beş korunması gereken prensip ki, bütün emir ve yasaklar bunlar için inmiştir.
Bunların birincisi; dinin korunması. İkincisi; nefsin korunması. Üçüncüsü; neslin korunması. Dördüncüsü; aklın korunması. Beşincisi; malın korunması.
Demek ki, İslâm dininde mal, korunması esas olan beş esasa dâhil olmuş. Ama maldan da maksat, Allâh’ın rızâsına kavuşmak, rızâsını elde etmektir. Yunus Emre’nin dile getirdiği;
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan…
düsturunu anlamak mühim. Benden evvelkilerin olan bir mal, bana emaneten verilmiş, benden sonra da başkalarının olacak zaten. Benim ona mülkiyetim izafîdir. «Mal edinmeyin!» şeklinde bir yasak yok. Ama malı esir almak var. Mala esir olmayın, mal seni sevk etmesin. Sen mal üzerinde tasarruf et. Bu çok önemli. Ben, malımda tasarruf edebiliyorsam, o zaman işte israf ekonomisinden sıyrılıp çıktım, kurtuldum, demektir.
Mevlânâ’nın bu konuda çok güzel bir misali vardır:
“Geminin içindeki su, gemiyi batırır. Geminin altındaki su ise gemiyi kaldırır, sırtında taşır. Ağzı kapalı testi, uçsuz bucaksız denizin üstünde, hava dolu bir gönülle yüzer, durur. Gönlünde dervişlik havası, aşk havası bulunan kimse de dünya denizinin üstünde batmadan durabilir.”
Yüzakı: Efendim, Kur’ân-ı Kerim’de: “Saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleri olurlar” (İsrâ, 27) buyuruluyor. Bunu nasıl anlamalıyız. Yani müsrifler için şeytanın kardeşi olmak gibi ağır bir tehdidin bulunması nasıl değerlendirilmelidir?
Mehmet ERKAL: Kur’ân-ı Azîmüşşân harfiyle, savtıyla, mânâsıyla… her şeyiyle mûcize. Okuduğunuz âyet, bana şu anda neler düşündürdü.
“Saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleri olurlar.” âyet-i kerîmeyi görüyorsunuz. Cenâb-ı Allah nimetini kulunun üzerinde görmek istiyor, “Allâh’ın vermiş olduklarında âhiret yurdunu ara, fakat dünyadan da nasibini unutma.” diyor. Yani dinimiz Budizm gibi dünyayı tamamen reddetme felsefesine dayanan bir din değil. Ama orta yolu da Kur’ân-ı Kerim’de gösteriyor: «İsraf etme, diyor. Allah sana çok çok verdiyse, pek çok daha versin. Ama sen fakirleri, kimsesizleri, yoksulları, yetimleri, mahrumları gözet.»
Şimdi, fakirlik problemi, insanlığın en eski zamanından beri var, günümüze kadar var. Hattâ günümüzde, şimdi çok daha fazla. Çünkü İslâm’ı hayata geçirmezseniz daha fazla olur. Kısa, özlü, Mekkî sûreleri incelediğimizde şunu görürüz: Bu sûrelerde üç mesele dantel gibi iç içe işlenmiştir. Bunlar:
1. Tevhid inancı. 2. İnsanın mes’ûliyeti ve 3. Mekke toplumundaki sosyo-politik, ekonomik dengesizliğin tenkidi.
Benim çalışmalarımı yaptığım en önemli alan zekâttır. Zekât nedir? Fakirlik problemine karşı açılan bir savaştır. Gönüllü bir malî ödeme değil. Mecburî, icbarî bir ödemedir.
Gönüllü malî ödeme şeklinde sadaka, infak, ihsan, karz bütün bunlar yüzlerce âyette zikredilir. Neden Cenâb-ı Allah bu kadar yer vermiş, öbür taraftan da israf edenlere şeytanın kardeşleri demiş? İşte: “Allâh’ın sana verdiğinde âhiret yurdunu ara.” Nasıl aranır? Her nimetin şükrü kendisiyledir. Bakın, bedenimizin bir şükrü var, namaz kılıyoruz. Malın şükrü de zekât vermektir, infak etmektir. Başkalarına vermektir. Bunu yapmamak şeytan gibi nankör olmaktır.
Rabbimiz bizden bir israf toplumu yerine bir ihsan toplumu istiyor, bir infak toplumu istiyor. Mahalleni, ülkeni, bütün İslâm dünyasını düşüneceksin, bugün Filistin’e, Irak’a, Afganistan’a bir bakın. Bir felâket, bir fakr u zarûret görüyorsunuz. Yani şu durumda Müslümanların kendi harcamalarını belli bir noktaya indirerek çok çok infakta bulunmaları gerek.
Kanaat, bir denge unsurudur. Meselâ; hırs, tamah olmasa insan mal-mülk sahibi olamaz. Ama sonra frenleyemezseniz, o zaman insanları ezme noktasına gelirsiniz o hırs ve tamahla.
Hayat, hep böyle bir denge üzerine kurulmuş. Burada kanaat de hırs ve tamahı dengeleyen, müspet, faziletli bir vasıftır, bir sıfattır.
Cenâb-ı Allah insanlar için sarılmaya lâyık olan, güzel olan vasıfları peygamberlerde parlatmış. Efendimizin hayatındaki bütün o güzel hasletler de sohbetindeki insanlara yansımış. Mehmed Âkif’in deyişiyle:
Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan;
Vahşetin, gılzetin a‘mâkına daldıkça dalan;
Gömerek dipdiri evlâdını kum çöllerine.
Bunda bir neşve duyan hiss-i nedâmet yerine;
Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını,
Sonra Hâlık tanıyan bir sürü vahşî yığını,
Nasıl olmuş da, otuz yılda otuz bin senelik
Bir terakkî ile dünyâya kesilmiş mâlik?
Nasıl olmuş da o fâzıl medeniyyet, o kemâl
Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhâl?
Evet, bu nasıl oldu? Peygamberimiz Kur’ân-ı Kerîm’i ve sünneti tebliğ etti. İslâm’ı hayata aktarabilen insanları cemiyete salıverdi. Olan oldu. İslâm gönülden gönüle sıçradı. Kanaatkâr, çalışkan, sabırlı, metanetli, merhametli, âtıfetli, lütufkâr İslâm medeniyeti doğdu.
Kanaat, olanla oyalanmak ve ona şükretmek, tasavvufta bunlar çok derinlemesine ele alınır. Şükretmesini bilmek, var olanı infak etmek. Bu, insanlık için, insanlığın madde ve mânâ âleminde yükselebilmesi için en büyük nimet. İnsan maddî şeylerle tatmin olamadığına göre, kanaat bir hazinedir.
Yüzakı: İsraftan uzak durma, kanaat, iktisat yönünden Peygamber Efendimizden, sahâbeden misaller verebilir misiniz?
Mehmet ERKAL: Mekke’den Medine’ye hicret başladığı zaman, Hamidullah Hoca’nın tespitlerine göre Medine’nin nüfusu; 4 bini mahallelere yayılmış Yahudiler, diğerleri Evs ve Hazrec kabileleri olmak üzere 10 bindi. Mekke’den de önemli sayıda insan gelince ilk yıllar Medine’de açlık baş gösterdi. Ama Efendimizin ilk yıl yaptığı üç şey var. Çok dikkat çekicidir.
Birincisi; evvel emirde Mescid-i Nebevî yapıldı. Çünkü orada namaz kılınacak, bütün işler orada görülecek. Maddî ve mânevî bir merkez şart.
İkincisi; muâhat anlaşması. Ensarla, muhacirîn arasında kardeşlik anlaşmaları yapıldı.
Üçüncü olarak da; pazarı belirledi. O pazarı da mübarek ayakları ile işaretledi. “Burası sizin pazarınızdır, burada fiyatlara yansıyacak lüzumsuz vergiler yoktur.” buyurdu.
Buradan şunu anlıyoruz. Hazret-i Peygamber’in ilk işlerinden biri; Medine pazarını, Yahudilerin tasarrufundan kurtarmak oldu. Öyle ki Yahudiler o pazar vasıtasıyla Arabistan’ın bütün iktisadî hayatına hâkimdi. Hemen Müslümanların kendi pazarını açtı. Haydi bakalım, kazanın. Herkes elinden gelenin en iyisini yapsın.
Peygamberimizin son yıllarında başlayan fütuhat hareketleri Hazret-i Ömer zamanında çok ilerledi. Fütuhat ile bütün Irak, Suriye toprakları, Mısır, Filistin toprakları, Orta Asya’ya doğru uzanma, ama özellikle bunu Ömer Lütfi BARKAN «İktisat Tarihi» kitabında söyler: «Bir Amerika’nın keşfinde yeni çıkarılanlar sebebiyle dünyaya altın yayıldı, bir de İslâm fütuhatından sonra.» der.
Neden yayıldı altın? Çünkü İran’daki altından yapılan inekler, buzağılar, hepsi eritilerek para hâline getirildi. Döküldü. Altın tedavüle sokulmuş oldu. Demek ki çok geniş imkânlara kavuştu Müslümanlar. Ama o devirde bir bakıyoruz yine o açlık dönemleri gibi kanaat, zühd içindeler! Dünyaya kapılmamışlar. Aman yâ Rabbi! Herkes Hazret-i Peygamber’den ne gördüyse onu sürdürüyor. Şu örnekleri verelim:
Hazret-i Ömer’e Bizans imparatoru elçi gönderdi. Bizans imparatorunun hanımı da giden elçi vasıtasıyla Hazret-i Ömer’in hanımına hediye gönderdi. Bu, devrin bir geleneği idi. Hazret-i Ömer, bu hediyeye el koydu. Hanımına dedi ki:
“–Bu hediye senin değil, milletindir. Hazineye, beytülmâle koyacağım. Çünkü sen, köydeki bir hanım olsaydın, sana nereden gelecekti, seni kim tanıyacaktı? Sen, halîfenin hanımı olduğun için geldi.”
Böyle yaptılar, çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den öyle gördüler.
Hazret-i Ali, hanımına, yani Peygamberimizin kızı Hazret-i Fâtıma’ya altın bir zincir getirdi. Tamamen helâl yoldan, savaşta payına düşen ganimetten bir takı. Hazret-i Fatıma kadınlara dedi ki: “Bakınız bunu Hasan’ın babası getirdi, hediye etti.” Peygamber Efendimiz gördü, çok kızdı. Şöyle ikaz etti:
“Ey Fatıma! Halkın: «Rasûlullâh’ın kızının elinde ateşten bir zincir var!» demesi seni memnun eder mi?” dedi ve böyle diyerek oturmadan geri dönüp gitti. Bunun üzerine Fâtıma -radıyallâhu anhâ- hemen zinciri çarşıya gönderip sattırdı, parasıyla bir köle satın aldı ve onu âzad etti. Bu olanlar Allah Rasûlü’ne anlatılınca: “Fâtıma’yı ateşten kurtaran Allâh’a hamdolsun!” buyurdular.” (Nesâi, Zînet 39)
Efendimiz, kızının kalbinde malın yer etmesine, kalben dünyevî şeylere meyletmesine mânî oluyordu. Çünkü onlar bütün ümmete örnektiler. Kur’ân-ı Kerim’de “Allah Rasûlü’nde sizin için üsve-i hasene vardır” (Ahzab 21) buyuruluyor.
Bir başka misal verelim; eskiden el değirmenleri vardı. Bununla kaynatılmış ve kurutulmuş buğday çekilir, bulgur yapılırdı. Hâlâ kullanılan yerler var. Arabistan Yarımadası’nda benim yaptığım incelemelere göre o dönemde pek buğday yetişmiyordu. Daha çok arpa…
Medine’de evlerde arpa öğütülüp ekmek yapılıyordu. Hazret-i Fâtıma da öyle yapıyordu. Çocukları Hasan, Hüseyn, Muhsin… üçü de üst üste… Artık dayanamadı babasından bir yardımcı istedi. Peygamberimiz çok kızdı. Dedi ki: “Kızım! Sen ne söylüyorsun? Ben henüz Ehl-i Suffa’nın maişetini yoluna koyamadım!”
Tabiî onlar kendileri için israf etmezken, başkalarına bol bol infak ediyorlar. Kendi nefislerine vermiyorlar. Başkalarına veriyorlar. O da çok önemli.
Ehl-i Suffa’dan bahis geçti. Nedir Suffa? Tarihin ilk yatılı öğretmen okulu diyebiliriz. Bazı rivayetlerde 70 kadardırlar, bazı rivayetlerde sayı dört yüze kadar çıkar. Ebû Hüreyre onlardan biridir. Suffa ashâbı için her akşam Peygamber Efendimiz’in mütevazı sofrasından yemek gitmiştir.
Peygamberimizin fakir bir sahâbî olan Ebû Zerr’e infak konusunda verdiği ölçü de mühimdir:
“Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularını gözet!”(Müslim, Birr 142) İşte bu. Varsın biraz yağsız olsun, biraz tatsız olsun. Önemli olan verebilmek.
Bu çok önemli, İslâm «İsraf Toplumu» yerine, «İhsan Toplumu» oluşturmayı esas almış, hedeflemiş. Bu şekilde insanlığın baş belâsı olan fakirlikle mücadele etmiş. Sadece saçıp savurmamak yetmez. Cimriler de harcamıyor ama kasada biriktiriyor. Fakire ulaştırmıyor.
Haşr sûresi 6-10’uncu âyetlere fıkıh literatüründe fey âyetleri denilir. Bu âyetlerde malın sadece zenginler arasında dönmemesine, toplumun fakir, orta hâlli, zengin bütün tabakalarını dolaşmasının sağlanmasına işaret edilmiştir: “…Ta ki o mallar yalnızca zenginler arasında el değiştiren bir servet hâline gelmesin!” (Haşr, 7) Bu da sadece zenginlerin harcaması, israf, lüks tüketimle olmaz; infak ile, sadaka ile, zekât ile olur.
Yüzakı: Efendim bir de israfın psikolojisine inebilirsek, marka takıntısı, ithal düşkünlüğü, insanımızın, kullandığı eşyanın etiketiyle kendine kıymet biçmesi yahut biçtirmeye çalışması var, bu konuda neler söylersiniz?
Mehmet ERKAL: Tabiî psikoloji benim branşım değil. Ama düşünebildiğim kadarıyla israf, bugün insanın bazı zayıf noktalarını güçlendirememesinden kaynaklanıyor.
Mânevî noktalar… Meselâ namaz, huzur ve huşu duymadan yapılan bir ibadet olur mu? Oruç, yemeden içmeden kesilmek… Peki fitnelikten, fesatlıktan, dedikodudan kesilmek değil mi? Bu her şeye kıyaslanabilir. İşte bu ruh içerisinde bir terbiye sistemi ortaya koymak gerekir. Bu bir.
İkincisi dikkat ederseniz bu ekonomi kitaplarında da yazar. Maddî ve mânevî zevkler arasında bir fark vardır: Bütün mânevî zevkler doyumsuzdur. Zikrettikçe zikredesiniz gelir. Maddî zevkler ise, işbâ hâli meydana getirir. Meselâ burada bol ekmek doğranmış bir tarhana çorbası içseniz oradan büyük bir lüks otelin kral dairesine götürülseniz en leziz yemekleri verseler, yiyemezsiniz.
Maddî zevklerde böyle bir tıkanma, doyma hâli var. Fakat maddî zevkler içinde de bir şeyin işbâ hâli pek yok. O da para. Bunun sebebi de şudur: Her ihtiyaç giderilince doyum başlar, daha sonra tiksinti meydana gelir. Ama para her şeyin karşılığı görüldüğü için onda doyum hissedilmez. Uhud Dağı kadar altın olsa yine ister. Peygamberimiz devamlı ikaz ediyor: “Âdemoğlunun karın boşluğunu ancak toprak doldurur.”(Buhârî, Rikak 10; Müslim, Zekât 116-119)
Çünkü paranın her şeyi satın alacağını zanneder insan. Hâlbuki alamaz. Para, saadeti, sıhhati, ömrü, şahsiyeti satın alamaz. Yani doyuma da ulaşamaz, doyamaz, kanamaz da.
İşte buradan hareketle ben bugünkü israf ekonomisinde geniş çapta modanın etkili olduğunu düşünüyorum. «Filân yaptı ben de yapacağım.» Biz oturmadık, aidiyetimizi tam tespit edemedik. «Ben kimim, neyim? Nereye âidim?» Bunun cevabının verilmesi lâzım.
«Ben buyum!» Herkes bunu söylüyor ama; «Ne kadar ben buyum? Biraz sonra değişeceğim. Bu değişikliği araba değişikliği ile göstereceğim, ev döşemesi şeklinde ile göstereceğim. Saçıp savurarak göstereceğim. Çok kere eğlence içinde göstereceğim.» Böyle maddî şeylerle ifade ediyor. Ama neticede gönül tatmini gelmiyor.
İsrafın psikolojik altyapısını, moda, reklâm, taklit, özendirme yoluyla sağlıyorlar. Yemek kültürümüz aslında çok geniştir. Biraz gezdim, gördüm, hakikaten böyle. Ama şimdi sizin midenize bile karışıyorlar. Yani eğer siz lahmacun filân yerseniz, çok gericisiniz, tarhana çorbası içerseniz alt tabakasınız. Ama hamburger, pizza yerseniz siz ilericisiniz. Şimdi ağız yapın ona uygun bile olmasa yiyeceksin, çünkü yanı başındaki yiyor. Özellikle yeni nesillere çok yaygın bir şekilde etki ediyorlar.
Hayatımızın her yerine israf böyle giriyor.
Yüzakı: Gençliğimize israftan kaçınmayı, kanaati nasıl anlatabiliriz? Eğitim boyutuyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Mehmet ERKAL: Evvelâ insanımıza dinin hakikatini anlatacağız. Kitap ve sünnete dayalı, sahih sahâbe ve tabiîn kavline dayalı, yine tasavvuf büyüklerimizin hayatlarından süzülmüş doğru İslâm’ı öğreneceğiz. Bozulmuş, hurafelerle dolu, sırf gelenekleşmiş anlayışı değil.
Rabbimize karşı yapmamız gereken ve O’na yaklaşmak maksadıyla yaptığımız her türlü fiil ve harekete ibadet diyoruz. Bir özel anlamı var bir genel anlamı var ibadetin. Özel mânâda bildiğimiz namaz, oruç, hac, zekât…
Genel anlamda ise taşı yoldan kaldırmak da ibadettir. Çoluğun-çocuğun rızkı için çalışmak ibadettir. Bütün bunları çok iyi bir şekilde Müslümanlara, yeni nesillere anlatmamız lâzım.
İnancımızı, samimiyetimizi sık sık kontrol etmemiz lâzım. İnsan yaşlanınca çekap yaptırıyor, zaman zaman dinî hayatımızı da kontrol etmeliyiz. Elimizde pek çok ölçü var.
Allâh’ın verdiği nimeti infak edebiliyor muyum?
Peygamberimiz: “Yetim başı okşayın.” (Bkz. Ahmed, Müsned, V, 250) demiş. Yetim başı okşayabiliyor muyum?
“Cebrail bana komşuya iyilik yapmayı o kadar tavsiye etti ki neredeyse onları birbirlerine mirasçı yapacak zannettim.” (Buhârî, Edeb 28) diye buyurmuş. Ben komşunun hakkını verebiliyor muyum?
Benim hayat tarzım israf içinde mi değil mi? Kendi kendimize yapacağımız imtihanlar… Kitabımızda, sünnetimizde, büyüklerimizin hayatında bunlar var. Kendi kendimize soralım.
Bir ev, bir ihtiyaçtır; bir yazlık, zamanımıza göre bir ihtiyaç sayılabilir. Ama üç tane yazlık varsa bu ikisi niçindir? Hele ben bunlara gidecek vaktim bile yoksa bu niçindir? Elimde bir araba varsa, ikinci, üçüncü araba niçindir? Bu araba bana yetiyorsa, beni tamirciye götürmüyorsa bu niçindir? Bir evde beş nüfusa beş tane araba var? Bu israf değil de nedir? Bunları kendimize sorarsak israftan kurtulabiliriz.
Bütün bunlar birer ölçü. Bunlar dikkate alınarak insan kendini kontrol etmeli ve kendini disipline etmelidir.
Yüzakı: Son olarak ilâve etmek istediğiniz neler var?
Mehmet ERKAL: Bugün bana birileri annemin, babamın saadetini verebilse başka hiçbir şey istemem. Gece-gündüz, bağ-bahçede çalıştılar, yoruldular. Ama zikirleriyle, fikirleriyle gecelerini güzelleştirdiler, ibadetle hayatlarını nurlandırdılar. Hayatlarında her şey namaza göre ayarlanmıştı. Kalkışları, yatışları… Mesafeyi bile namazla tarif ederlerdi. İki köyün arası ne kadar dersin, iki namaz arası derlerdi! Bu hücrelerine kadar yerleşmişti. Çok mesut insanlardı. Mutluluk gözlerinden akıyordu. Kanaat içindeydiler. İsraf hiçbir şekilde hayatlarına girmezdi. Tüketmeye, harcamaya özentileri yoktu onların. Aksine üretim toplumuydu onlar. İnsanlara bir şeyler vermenin derdindeydiler.
Bakın artı değer dediğimiz bir şey var. Eğer siz gece-gündüz çalışırsanız ve bunu israf etmezseniz, o zaman bir artı değer meydana gelir, onu tekrar yatırıma sevk edersiniz, bu sefer o karesiyle bir değer ortaya çıkarır. Ekonomistlerin dedikleri bu. İsraftan kaçınan, kendi hayatında kanaatkâr, çevresine infak ve ihsan içinde olan bir Müslüman her yönüyle kârda.
Aşırı tüketime, israfa, maddiyata boğulmuş günümüz insanının mâneviyata çok ihtiyacı var. Ekmeğe-suya olan ihtiyaçtan daha fazla. Çünkü her tarafta fırtına. Esiyor! Ama biz İslâm’ı ne kadar anlatabiliyoruz? Biz de onun muhasebesini yapmalıyız.
Yüzakı: Hocam, çok teşekkür ederiz.
Mehmet ERKAL: Ben size teşekkür ediyorum. Çok güzel çalışmalarınız var. Allah muvaffak eylesin.