Bana Hep Hasret Düştü

Dr. Abdullah Hikmet ATAN

Tarihî eserlerimiz, bizi geçmişimizle buluşturan en mühim malzemelerdir. Cami, tekke, medrese, kervansaray gibi günümüze ulaşabilmiş devasa eserlerin yanı sıra, kadim bir hüsn-i hat levhası, bir elyazması risale, rahleler, tombaklar ve daha niceleri geçmişle aramızda birer köprü vazifesi görürler.

Bir bakıma bütün bunlar, bizim tarihe dair hâfızalarımızdır. Bu hâfızamız, bizi biz yapan, ne olduğumuza yönelik değerlerin yer aldığı, köklerimizle alâkalı bilgi depolarıdır.

Fakat bu cemiyet hâfızamıza ne derece sahip çıkıyoruz?

Merhum bir hocamızdan dinlemiştim, ilkokula çevrilen eski bir eserin nadide kitâbesi, bizzat okulun müdiresi tarafından çekiç ve murçla parçalanmış. Yani kimliği yok edilmiş, anlamsız hâle getirilmiş.

Kimi eserlerimiz böyle plânlı tahriplere kurban giderken, hâlâ devam eden bir başka kıyım var: Tarihî eser hırsızlığı!

Fakülte yıllarında sırf zevk olsun diye kısa bir yürüyüşle gittiğim küçük Osmanlı camiinin duvarlarındaki hat yazıları binayla o kadar bütünleşmişti ki, değil onları o mabetten dışarı çıkarmaya, yerlerini değiştirmeye bile kıyamazdınız. On üç yıl gibi uzun bir zaman sonra o caminin imamı olduğunu öğrendiğim arkadaşımıza geçmişi yâd kabîlinden Hattat Sâmi Efendi’nin ta’lik, Necmeddin OKYAY’ın muhakkak besmele, Hulûsi Efendi’nin ta’lik, Şevki Efendi’nin celî sülüs levhalarını sorduğumda, hüzünle boynunu büküp; «Hocam! Biri hâriç hepsi çalındı!» demesi, hâlâ kulaklarımda kötü bir ses olarak çınlayıp durur. Nasıl yani, şimdi sağa selâm verirken Sâmi Efendi’yle, sola selâm verirken Hulûsi Efendi ile göz göze gelemeyecek miydik artık? Onlara da bir selâmcık veremeyecek miydik? Şimdi tüm bu eserler, kim bilir kimlerin koleksiyonlarında boynu bükük, mahzun, eski çivilerine asılacakları günü beklemektedirler. İlâveten, aynı caminin tombakları da bir gece sessiz-sedasız yürütülmüş.

Eski eserlerimize vefa göstermediğimiz ortadadır. Nice camilerimiz, tekkelerimiz, medreselerimiz, saraylarımız, köşklerimiz, çeşmelerimiz, kütüphanelerimiz, onlarla beraber kitaplarımız… ya nâ-ehil insanların ellerinde ya da hırsızların kara çuvalları içerisinde yok olup gitmişlerdir. Tabiî ki onlarla beraber hâfızamız da.

Onlardan boşalan mekânlara bakarken, beynimizle gönlümüzdeki boşlukları çoğu zaman görememiş, hissedememişizdir. Çünkü bütün bunlara mânâ verebilecek kültürden ciddî bir şekilde uzaklaştırılmış, âdeta sinirleri alınmış bir vücuda dönüştürülmüşüzdür.

Yeni restore edilmiş tarihî bir caminin tam bir hat sergisini andıran duvarlarına levhaların tekrar ne zaman asılacaklarını sabırsızlıkla beklerken, korumanın mümkün olamamasından dolayı bir daha o caminin güzelliğine güzellik katamayacaklarını görevliden öğrenerek şok olmuş, caminin o çırılçıplak hâlini çaresiz kabullenmiştim. Ne var ki o günden itibaren camiye bir daha uğramamıştım.

Yine aynı şekilde meşhur bir camimizin yenileme sonrası levhalarının asılmamasından dolayı soru sorduğum yetkili; «Hocam, onları bir odaya kilitledik. Assak çalınacak.» deyince yine bana hasret düşmüştü.

Çok değil daha geçen yaz, uzak kalmanın iştiyakıyla şöyle bir namaz kılayım, diye girdiğim selâtin camilerimizden birinin mihrap kısmında metrelerce uzunluğa sahip Kâbe örtüsünden geriye sadece, adına çerçeve denen bir kucak odun kalmıştı. Hareketsiz, âdeta şok olmuş vaziyette donup kaldığımı hatırlıyorum. Hâlbuki mü’minlerin kıblesini temsil eden o mihraba, ondan bir parça olan Kâbe örtüsü ne de çok yakışıyordu! Şimdi ise ondan geriye çıplak bir duvar kalmıştı.

Hiç unutmam, askerliğimizi Burdur’da yaparken hafta sonları civardaki tarihî ve turistik yerlere geziler düzenlenirdi. Antalya civarındaki antik kentlerden birini dolaşmamız esnasında rehberimiz, üzerinde muhtelif geometrik şekillerin yer aldığı düz bir taş hakkında; «Dünyada bilinen en eski tavladır.» bilgisini vermişti. Dövizle askerlik yapan grup içerisindeki Avrupalı (!) arkadaşlarımızın koro halinde ilk tepkileri; «Yaaaa! Kaç para eder bu?» olmuştu. Hemen euroya çevirme eğilimi; kültür ve medeniyete ne kadar yakın olduğumuzun bir göstergesi! Evet, belki onlar Avrupalılaştırılmıştı. Peki, bizim içimizdekilere ne denmeliydi? Hele soyulurken bir yandan da geçmişimizden soyunduğumuzun farkında olmayan bizler için bir şeyler söylemek gerekmez miydi?

Maddî-mânevî her ne bulursa paraya tahvil etme çabasında olan bu insanlar, uzaylı değildi; hepsi bizden, bu toplumun insanıydı. Allâh’ın evinden vakıf bir eseri çalmanın ne demek olduğunu öğretemediğimiz, sözde Müslüman bir toplumun Müslüman bir ferdiydi. Belki de adı Abdullah’tı. Ama isminin sonundaki Lâfza-i Celâl’in ne anlama geldiğinin şuuruna erememişti.

Tüm bunları niçin yazıyorum? Bilgisayarımda üç boyutlu cami resimlerini harmanlarken gurbette olmanın hasretiyle birkaç tanesini seyredeyim dedim. Süleymaniye, Sultanahmet, Fatih, Emir Sultan, Ulu Cami… Ulu Cami’yi izlerken caminin semaya açık tek kapısı olan orta kubbenin altındaki şadırvanı seyretmenin hazzına duvarlardaki eşsiz hat numuneleri de eklenince, yıllar öncesi kendisinden icazet aldığım hat üstadım merhum Ali Rüştü ORAN’ın Ulu Cami’nin değerine yönelik şu sözleri hatırıma geldi. O da bu sözleri; «Hocam bu cami ne kadar eder?» diye soran birine sarfetmişti:

“Bütün kapıları kapat, orta kubbenin fenerinden dolana kadar altın boşalt. Eh, belki değerini bulur.”

Bilgisayarın ekranında Ulu Cami’nin mihrabındaki o meşhur Lâfza-i Celâl ve ism-i Nebî kompozisyonu beliriyor. Yine rahmetli Ali Rüştü hocamızın seksenli yıllarda o güzel, kibar, Bursa beyefendisi ağzıyla anlattığı sıcağı sıcağına not tuttuğum hâtıralarından biri hâfızamda zuhur ediyor:

İstanbul Üniversitesi’nin kapı kitâbelerinin de sanatkârı olan meşhur hattat Şefik Bey, mihraptaki bu yazıyı camiye kapanarak yazmıştır. Hattâ hattatın ağaç kalemi, -o da eğer götürülmediyse- caminin mihrap kısmında asılıdır. O günlerde hanımına: “Hanım ben camiye gidiyorum.” demiş, çıkmış gitmiş, gidiş o gidiş. Hanım da namaza gidiyor zannetmiş. Üç gün geçince merak edip caminin yolunu tutmuş. Üstad iskeleye çıkmış, mihraptaki o muhteşem yazıyı kalıpsız ve kalıpçısız bizzat kendisi yazmakta. Tam o sırada İsm-i Celâl’i işliyor. Yukarıdan görmüş ki hanımı yan kapıdan girmiş geliyor. Seslenmiş:

“Hanım Hanııııım! Eve dön, Allah’la benim arama girme!” Şimdi bu mübarek caminin şadırvana nâzır duvarlarındaki hat levhalarının büyük çoğunlukla çalınmış olduğunu hatırlıyorum. İçlerinden, bizzat bir paşa tarafından inci ile yazılmış olanı kim bilir kaç para etmiştir (!).

Yarın o hırsızın yakasına yapışan paşanın; «Nasıl içinizden böyle hırsızlar çıkar?» diye bize yönelmeyeceğini kim garanti edebilir? Bu insanlardan hiç mi sorumlu değiliz? «Bana ne efendim, devlet ricâli düşünseydi!» diyerek sorumluluktan kurtulmamız mümkün mü?

O büyük sülüs, ta’lik, dîvânî levhalara bakarken aklıma, her zaman düşündüğümden farklı bir fikir geliyor. Bu zamana kadar hep görüntüye kapılarak büyüklükle ihtişam arasında alâka kurmuşken, şimdi ise buna, geleceği gören bir Osmanlı firasetini eklemem gerekiyor: «Çalınmasınlar, kolay götürülmesinler diye!»

Tıpkı Ayasofya Camii’nin Cihâr-yâr-ı Güzîn levhaları gibi. Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından cami içerisinde sülüs hatla yazılmış 7.5 metre çapındaki devâsâ nefis levhalar, 1934 yılında caminin müzeye çevrilmesiyle birlikte kapıdan geçmediği için dışarıya çıkarılamamıştı. Mecburen levhalar, eski yerlerine değilse de alt çivilerine asılmışlardı.

Şimdilerde camilerin içerisine tedbir olsun diye kameralar yerleştirildiğine şahit oluyoruz. O kameraları önce kendi içimize yerleştirmemiz gerekmiyor mu? Hesap günü için her saniye kayda alındığımızı unutuyor muyuz? Kur’ânî ifadeyle: «Kitabını oku!» (İsrâ, 14) dendiğinde açtığımız sayfalarda karşılaşacağımız o görüntüleri dünya standartlarında hiçbir kameranın çekemeyeceğini ne zaman idrak edeceğiz?

Soyulurken, bizi biz yapan geçmişimizin de çalındığı hatırdan çıkarılmamalıdır. Çözümün, şu-bu değil, ancak ve ancak değerlerimiz doğrultusunda yapılan ciddî bir eğitimden geçtiği muhakkaktır.

Yoksa daha çoook boş duvarlara, eski günlerin tatlı anılarıyla melûl, mahzûn bakıp; «bana hep hasret düştü» şarkısını mırıldanırız.