Allâh’a Koşun!

Doç. Dr. Ömer ÇELİK

Doğumundan itibaren insanın etrafını büyük bir meşgale yığını sarar. Her yaşın durumuna göre insan, bunlarla uğraşır. Kalp, sayısız arzular arasında çalkalanır durur. Bir onun bir diğerinin peşinde koşar. Hiç birinde arzu ettiği huzuru bulamaz. Tam anlamıyla kimse ona yâr, o da kimseye yâr olamaz.

Çünkü kalplerin huzuru, gönüllerin gerçek mânâda itmi’nânı ancak zikrullah iledir. (Ra‘d 13/28)

Çünkü insan, fark etsin veya etmesin, kendisine ilâhî bir emanet olarak üfürülen ruh, geldiği diyarlara, mânevî âlemlere, yaratan Rabbine, bir olan Allâh’a dönmek için hasretle bekler. Bu gurbet ikliminde karışık yollar arasında şaşkın hâlde çırpınıp durur. Çünkü ruh, her an Allâh’a muhtaçtır.

İnsan bu ihtiyacı hissedebildiği ölçüde bir koşuşturma içinde olur. Çünkü insanın bütün koşuşturmaları, ihtiyacı ile paraleldir. Bu sebeple insan, hangi şeyi daha çok ister, ona muhtaç olduğunu hissederse, en çok ona doğru koşar. Meselâ; susuzluktan kıvranan bir canlı, suyu arar, suyun sesini duyduğu tarafa var gücüyle koşar. Son derece aç olan bir kişi, karnını doyuracak bir lokma için, korkan bir insan da emniyete ulaşmak için durumun şiddetine göre var gücüyle koşar. Onu koşturan bir yudum su, bir lokma ekmek ve bir anlık emniyettir.

O hâlde insan ne zaman Allâh’a, O’nun rızâsına ve sevgisine son derecede bir ihtiyaç duyarsa, işte o zaman Allâh’a doğru koşmaya başlar.

Ne zaman; “Ey insanlar! Siz Allâh’a gerçekten muhtaçsınız. Allah ise ganîdir, övülmeye layıktır.” (Fâtır 35/15) sırrına ererse Allâh’a doğru hızla mesafe alır.

Ne zaman; “Ben (kullarıma) yakınım, dua ettiğinde dua edenin duasına icâbet ederim.” (Bakara 2/186) sırrını keşfederse: «Yâ Rab, yâ Rab!» diyerek O’na doğru koşar.

Aslında her şey, bizi Allâh’a koşturmaya yöneliktir. Hayat da ölüm de, sıhhat de hastalık da, zenginlik de fakirlik de… Bu gerçeği görmemizi ve yalnız O’na koşmamızı isteyen Cenâb-ı Hak, buyurur:

“Hayırlarda yarışınız!” (Mâide 5/48)

“Allâh’ın zikrine koşunuz!” (Cuma 62/9)

“Genişliği gökler ve yer kadar olan cennetlere koşun!” (Âl-i İmran 3/133)

Nihayetinde: “Allâh’a firâr edin!” (Zâriyât 56/50) emri ise açıkça Allâh’a doğru koşmayı emretmektedir.

Hazret-i Musa -aleyhisselâm-, kavmini bırakıp Tûr-i Sînâ’ya koşmuştu. Cenâb-ı Hak:

“–Niçin acele ettin, ey Musa?” diye sordu.

“–Benden râzı olman için acele ettim, yâ Rabbi.” dedi. (bkz. Tâhâ 20/83-84)

Hadîs-i kudsîde buyurulur: “Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım, bir arşın yaklaşana bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben koşarak giderim.” (Buhârî, Tevhid, 15; Müslim, Tevbe, 1)

Demek kul ile Rab arasında böyle karşılıklı bir koşu var. Ne müthiş bir hakikat:

Kul Rabbine, Rab de kuluna doğru koşuyor.

Rabbimiz ne buyuruyor:

“Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim” (Bakara 2/252)

Allâh’a, Allâh’ın emrine itaata koşmaya asr-ı saadetten pek güzel misaller vardır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında iki Müslüman vardı. Bunlardan biri tüccar, diğeri de kılıç yapan bir demirci idi. Tüccar olan ezanı duyduğunda terazi elinde ise hemen kenara koyar, yerde ise olduğu gibi bırakıp doğruca Mescid-i Nebevî’ye giderdi. Kılıç ustası ise çekiç örsün üzerindeyse o vaziyette bırakır, kılıca vurmak üzere kaldırmışsa arkasına atar ve hemen Mescid-i Nebevî’ye giderdi. İşte bu ve benzeri kişileri medhetmek üzere Allah Tealâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâh’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak-bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nûr 24/37) (Kurtubî, XII, 184)

Hayırlı işlere koşmak; Allâh’ın mağfiretine ve cennete koşmak, Allâh’ın rızâsını kazanmak için yarış etmek demektir. Bu yarış, Allâh’a koşmaktır. Bunu da ancak takvâ sahibi kullar başarabilirler.

Mü’min Rabbine koşar, münafık Rabbinden kaçar. Münafık namaza tembel tembel kalkar. Namazını dikkatsiz kılar. Ne vaktine, ne şartlarına ne de rûhuna aldırış etmez. Sadaka verirken zorlanır. Vermek istemez, verse de zorlanarak verir. (bkz. Tevbe 9/54; Maun 107/4-7) Allâh’ı zikretmez, etse de zoraki ve oldukça az zikreder. (Nisâ 4/142) Görüldüğü üzere gönül dünyalarına büyük bir tembellik, uyuşukluk ve atâlet hâkim durumdadır. Anlaşılan kalp cihazı fena hâlde paslanmış, kirlenmiş ve küflenmiştir. Hiç cilâlanmamakta, doğru dürüst çalışmamaktadır.

Eğer kendimizde Allâh’ı zikir, namaz, Kur’ân tilâveti, infak gibi bizi Rabbimize yaklaştıracak her türlü ibadet ve taatlere karşı bir atâlet, tembellik, uyuşukluk, vurdumduymazlık, gaflet hissediyorsak bunun pek hayra alâmet olmadığını bilelim. Bunu, büyük bir mânevî hastalığın açık göstergeleri olarak değerlendirelim. Bu hastalıkları tedavî edelim. Ölmeden, ölümsüz hayatımıza dirilikler nakşedelim. Mevlâ’ya doğru müstakim bir yöneliş ve muvaffak bir koşunun, kalbimize ilâhî muhabbetin yerleşmesi nispetinde mümkün olacağını aklımızdan çıkarmayalım.

O hâlde;

Îmanla ve ihsanla Allâh’a koşalım,

Fikirle ve zikirle Allâh’a koşalım,

İstiğfar ve duayla Allâh’a koşalım,

İbadet ve taatla Allâh’a koşalım!

Gönlümüz hep Allâh’a doğru süratle koşar hâlde olsun. Koşsun, koşsun, hep koşsun. Nihayetinde:

“Allâh’a doğru firâr edin, (koşabildiğiniz kadar koşun!)” (Zâriyât 56/50) sırrına ersin!..

O zaman netice malûm:

Ebedî bir mîrac…