Toplum Psikolojisi

Aynur TUTKUN

Kişilerin psikolojisi olur da toplumların psikolojisi olmaz mı? Elbette olur. Pek çok yönüyle insan organizmasına benzeyen cemiyetlerin, psikolojileri de bir insanınki gibidir. İnsanın, yaşadığı, şahit olduğu hâdiselerden müspet-menfî etkilenmesi gibi, toplumlar da gündemlerine giren hâdiseler, gelecek endişeleri gibi hususların tesiri altında kalır.
Bir çocuğun sağlıklı bir şekilde maddî ve mânevî gelişimini tamamlayabilmesi için aile içinde kendini güvende hissetmesi ne kadar önemliyse bir toplumun da maddî-mânevî gelişimini sağlayabilmesi için o cemiyetin fertlerinin kendilerini güvende hissedebilmeleri o kadar önemlidir.
Kitleleri oluşturan fertler, ekonomik açıdan, can ve mal sağlığı açısından, ifade özgürlüğü, vicdan özgürlüğü gibi diğer haklar açısından, kendilerini güvende hissettikleri zaman o toplumda gerçek huzur temin edilmiş olur.
Çocuğun ailesinde kendisini güvende hissetmesi demek, doğrularıyla, yanlışlarıyla kendisini seven ve kabul eden bir anne-babasının olması demektir. Yargılamayan, suçlamayan, her daim çocuklarının yanında olup onları destekleyen, yardıma ihtiyaçları olduğunda çocuklarına yol gösteren, yeni ve farklı şeyler yapmaya çalıştıklarında onlara köstek değil destek olan anne-babalar çocukları tarafından çok sevilirler ve bu çocuklar hayatları boyunca böyle anne-babaları yanlarında görmek isterler.
Toplumların ihtiyacı da böyledir. Cemiyeti meydana getiren fertler, cemiyet müesseselerini yöneten, çekip çeviren şahsiyetlerden kabul ve anlayış beklerler.
Toplumlara önderlik edecek kişilerde, endişeleri, kaygıları ve stresleri giderme kabiliyetinin bulunması gerekir. Halkın endişelerini anlayabilme gücü liderliğin ayrılmaz vasfıdır. Bunun yanında, dürüst ve adaletli davranmak da kitlelerin kendilerini güvende hissetmesine yardımcı olacaktır. Bir toplumu sevk ve idare edecek, temsil edecek, yönlendirecek kişiler, o cemiyetin bütün fertlerine kucak açmalı, toplumun ortak değerlerine sahip çıkmalı, haksızlık ve adaletsizliğe göz yummamalıdır. Bu kişilerin tarafgir olmaları, ebeveynin çocukları arasında ayırım yapması kadar kötü neticeler doğurur.
Toplumu oluşturan unsurlar birbirinden bazı hususlarda farklı olabilir. Önemli olan o unsurların birbiriyle hoşgörü, saygı ve uyum içerisinde yaşamayı öğrenmiş olmalarıdır. Malezyada’yken karşılaştığım bir manzarayı ömrüm boyunca unutamam gibi gelir: İşimiz gereği bir bankaya gittiğimizde daha saati gelmediği için bankanın açılmadığını gördük. Beş-on dakika vardı. Gözümüz kapıdan içeriye ilişti. Tüm personel hilâl şeklinde girişte toplanmışlardı. Herkes kendi inancınca ellerini duaya şekillendirmişti. Bir kişi, muhtemelen bu bankanın müdürüydü dört-beş cümle söyledi diğerleri de dinledi. Sonra da herkes işinin başına geçti.
Böylesi bir hoşgörü ortamı, cemiyetin fertlerine huzur aşılamakta, toplum geneline de güven duygusunu yerleştirmektedir. Fakat kavga ve saldırganca davranışların toplum gündemine getirilmesi, orada kitlelerin moralini bozmakta ve bu moral bozukluğu da toplumun tümüne zarar vermektedir.
Küçücük aile çatısı altında bile huzurla yaşayabilmek için kabul ve tahammüle ihtiyaç olduğu gibi, toplumda huzurun temini de hoşgörü ve anlayışı gerektirir. Aile içinde çıkan anlaşmazlıklarda öfkelerimizle hareket edip birbirimize girdiğimizde nasıl birbirimize olan güvenimiz sarsılıyor, huzurumuz kaçıyor, işimizdeki verim düşüyorsa aynı şey cemiyet için de geçerlidir.
Fertleri arasında böyle bir birlikteliği, sevgiyi ve hoşgörüyü oluşturabilecek bir bakış açısına ve bu anlayışı özümsemiş şahsiyetlere toplumların şiddetle ihtiyacı vardır.