Testi Kırılmadan Önce…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ

Meşhurdur:
Nasrettin Hoca, suya gönderdiği çocuğun eline testiyi vermiş ve;
“–Testiyi kırmadan getir.” diyerek bir de tokat patlatmış.
Yanındakiler hocaya söylenmişler:
“–Hocam, çocukcağız testiyi kırmadı ki, tokat atıyorsun! Bu yaptığın doğru bir iş değil!”
Hoca istifini bozmadan cevap vermiş:
“–Doğru söylüyorsunuz; ancak testiyi kırdıktan sonra tokat atmanın ne faydası olur?”
Burada tokat, tasvip edilecek bir şey değil tabiî ki. Fakat anlatılmak istenen mesele, son derecede önemli. Çünkü hayatın akışı içinde insanın en çok yaşadığı handikap bu.
Çoklarının ancak testi kırıldıktan sonra aklı başına gelir. O da fayda vermez. Hele ki ömür testisi kırıldıktan sonra yapacak hiçbir şey yoktur.
O hâlde yapılması gereken her şey, testi kırılmadan önce yapılmalı.
Yani hayatımızın etrafında döndüğü ve şekillendiği her şeyi; aileyi, çevreyi, eğitim-öğretimi, dostlukları, çalışmaları ve tatilleri, testi gerçeğine göre düzenleyebilsek, belki de ömrümüzün seyri daha bir başka olur. Şikâyet edilecek meseleler gitgide azalır. İçinden çıkılmaz hâle gelen düğümler, kolaylıkla çözülmeye başlar. İki yakası bir araya gelmeyen işler, kaynaşıverir.
Mevlânâ ne güzel söylemiş:
“Basra’nın yıkılmasından, harap olmasından evvel, pişman olmak gerek. O pişmanlık, yani önceden tedbir, belki de Basra’yı harap olmaktan kurtarır.
Benim için, ben ölmeden evvel feryat et, başına toprak saç; ölümden sonra ise boşuna ağlama, sabret!
Ben felâkete düşmeden, helâk olmadan önce, bana ağla! Felâket tufanından sonra ağlamayı bırak!
Unutma ki; şeytan, yolunu vurmadan önce Yasin okuman gerek.
Ey kervanbaşı! Hırsızlar kervanın yolunu kesmeden önce sen bineğini gayrete getir de yol alsın.”
Yoksa boş neticeler içinde insan boğuluverir. Ömrüne verilen imkân testilerini kırdıktan ve yapacak bir şeyi kalmadıktan sonra döktüğü gözyaşları da bir şey ifade etmez.
Tarihte bunun pek çok örneği vardır. Devlet, millet ve vatan testilerini paramparça etmiş olan Endülüs’ün son hükümdarının yapabildiği, şehri terk ederken bir tepenin üstünde bomboş bir âh çekip ağlamak olmuştur. O tepe, «Arap’ın âh tepesi» diye tarihe geçerken, o gün kırılan ve asırlardır bir daha onarılamayan Endülüs testisi; büyük bir ibret, çok acı bir ders olmuştur.
Bu dersi çok iyi okuyan millî şairimiz; tarihi, bin bir düşman badiresiyle mücadele içinde geçen milletimize, o büyük ibreti mısralarında şöyle hatırlatır:
Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara,
Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyâra,
Tırmanır bir kayanın sırtına, etrâfa bakar.
Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,
Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür!
Karşıdan vâlide sultan bunu pek haklı görür,
Der ki: «Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla;
Şimdi, hiç yoksa, kadınlar gibi olsun ağla!»
Ancak Âkif, devlet ve vatan testisinin ve bunlara bağlı diğer mukaddes testilerin kırılıp da çaresiz bir ağlayışa düşülmemesi için sıkıntılar ve acı hâdiseler karşısında boş ağlamaları kesmek, sadece birlik ve beraberlik içinde gece gündüz ter dökmek ve böylece geleceği kurtarmak gerektiğini vurgular:
Bırakın mâtemi, yâhû! Bırakın feryâdı;
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!
Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?
Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azmediniz!
Tarihten bugüne yaşadığımız bir sürü kırık testiler var. Üç kıt’ada bunları tek tek görmek mümkün. Onlar şair Hüznî’ye bakın ne dedirtiyor:
Düştü gönle devr-i sâbık dil yanar cân ağlatır
“Eski devirler gönle düştüğünde dilleri yakar, canları ağlatır…”
Tabiî yine de biz, Âkif’in bakışıyla hâdiselere bakmalıyız. Kırılmamış testileri muhafaza etmeye çalışmalıyız.
Çünkü testiler kırıldıktan sonrası harabe. Sonrası zor. İçindeki âb-ı hayat ziyan oluyor, tükeniş başlıyor.
Bakın, dikkatli bakın her şeye; testisi kırılan bütün değerler boşa akıp gidiyor, tükeniyor, tükeniyor…
Hepsinden önemlisi, bugün insan tükeniyor…
Dünyanın nüfusu artarken insan sayısı azalıyor.
Bugün en revaçta tüketim malzemesi, insan.
Makine dişlileri insanı tüketiyor.
Direksiyonlar insanı tüketiyor.
Cepler insanı tüketiyor.
Hâdiseler insanı tüketiyor.
Savaşlar insanı tüketiyor.
Kavgalar insanı tüketiyor.
Kutuplaşmalar insanı tüketiyor.
Politika insanı tüketiyor.
Sahneler insanı tüketiyor.
İnsan insanı tüketiyor.
Şehirler, köyler, insanı tüketiyor.
Sokaklar, caddeler, insanı tüketiyor.
Apartmanlar, beton yığınları insanı tüketiyor.
Hattâ;
Eğitim bile insanı tüketiyor.
Eğitim bile…
Çünkü gençliğin enerjisi, bir yılda yapabileceğini on yılda yapmak zorunda. Belki bugün okullardaki başarısızlığın sebebi bu. Canlı ve kapasiteli olanlar, az zamanda yapabileceklerinin uzun zaman dilimlerine yayılmasından dolayı gevşiyorlar, esnemeye başlıyorlar.
Sonra da sabahlar bile akşama dönüyor.
Günümüzdeki tüketim çılgınlığının bu noktalara gelmesi çok hazin! Çok kötü!
Çünkü insanın tükendiği yerde her şey tükenmeye başlar. Tükeniş ve bitiş başlar.
Unutmamalı ki bu noktada yaşanan tarihin acı gerçekleri, Nasrettin Hoca’nın tokadından kat kat daha sert olur. Üstelik bir şey de kazandırmaz.
Kaybedişin ve tükenişin ıstırabını artırır sadece.
Bu bakımdan hayatımızı, çevremizi, ailemizi, eğitimimizi, yoğun çalışmalarımızı hattâ tatillerimizi de asla tüketim merkezli değil, üretim merkezli bir anlayış ve gayret içerisinde şekillendirmeli, şekillendirebilmeliyiz.
Yoksa gün gelir ortada hiçbir şey bulamayız. Bu gerçeği görmeyerek şımarıkçasına devamlı tüketenlere Âkif acı konuşur:
«Yok canım!» der Hacı Kaptan, biriken yolculara:
«Su tükenmiş, haberim yok, buyurun işte kara!»
Siz de, oğlum, bu mahârette, bu cür’ettesiniz:
Gemi yüzdürmek için kalmadı meydanda deniz!
Testisi kırılınca deniz de kalmaz tabiî. O zaman gemiler, yerinde çakılır kalır.
Fakat bunun daha kötüsü, tüketile tüketile ya insan kalmazsa… İşte o zaman dünyanın çivisi tamamen çıkar. Çünkü her bir şeyin yerini bir başka şey az-çok, öyle veya böyle doldurur, ancak insansızlığın yerini hiçbir şey dolduramaz. Nitekim çapsız, yetişmemiş, işinin ehli olmayan gaflet erbabının üretim gayretleri bile her zaman tüketmekle neticelenmiştir. Bunun misâlini de yine Âkif’ten dinleyelim:
«Devr-i sâbıkta, kazâ teknesi, bir köhne vapur,
Akdeniz hattına tahsîs edilir bol keseden.
Eski kaptan «Gidemem.» der. «Getirin varsa giden.»
Yeni kaptan gelerek, doğru çıkar mevkiine.
Adamın tâli’i oldukça güzelmiş ki yine,
Yel üfürsün, su götürsün diye bekletmez pek,
Gece kalkar bu adem postası İzmir diyerek.
Göksu’daymış gibi fış fış yüzedursun miskin…
Denizin neş’esi a’lâ, hava enfes… Lâkin,
Bir taraftan verivermez mi nihâyet patlak,
Tekne körkandil olur, yolcular allak bullak.
Şimdi bîçâre süvârîye ne dur var, ne otur;
Dinlenir farz ederek birçok emirler savurur:
«Getirin hartayı!» der; baksana mâşâallah:
Şile, Bartın, Kızılırmak… Güzelim, Bahr-i Siyah?
– Akdeniz yok mu?
– Hayır yok.
– Bu nasıl kaptanlık?
– Haklısın beybaba, göndermediler, çok yazdık.
Eğilir sonra bakar: İbresi yok bir pusula…
Yürümez ezbere yâhû gemi, eyvahlar ola!
Bora estikçe eser, dalgalar azdıkça azar…
«Getirin ibreyi!» der, bulmanın imkânı mı var?
«İbre yok, beybaba, bilmem ne getirsek?» derler…
O da: «Öyleyse şahâdet getirin!» der bu sefer.
Başka ne desin?
Çünkü onları yaşatacak olan testilerin hepsi kırılmış vaziyettedir. Harita yanlış, pusula eksik, ibre yok. Üstelik dehşetli bir fırtınanın ortasında.
Bu durum, acı olan tablo. Ancak daha acı olanı, bu hazin neticenin de sebebi olan keyfiyetsiz, tüketmeye yarayan insan tipidir. Çünkü o, bu durumu fark edememiş ve böylesine bir âfete âdeta davetiye çıkarmıştır. Bilgisizliği ve çapsızlığı yüzünden hedefe ulaşmak bir tarafa, hem kendini, hem de gemidekileri sonsuza dek tüketmeyi başarmıştır.
Bu itibarla insanı eğitirken testilerin kırılmaması meselesinde görünenden öteye doğru görünmeyenleri de görecek bir göz ve öz kazandırmak gibi bir çıta konmalıdır. Yoksa karganın gözünde diken de gül de birdir. O güzelim gül ile sivri dikenin farkını ancak bülbüller fark eder. Mevlânâ’nın ifadesiyle:
“Burnu koku almayan bir kişiye, misk de fışkı da birdir.”
Bu adam kendisi uyanık olsa da burnunun gafleti sebebiyle ne hâllere düşüyor! Çirkin ile güzeli/doğru ile yanlışı ayırt edememenin tükenişi içinde yem hâline geliyor. Bir filin karıncaya lokma olması ne kadar abesse, insanın da keyfiyetini yitirip rûhunu ve gönlünü nefs balçığına lokma yapması o kadar abestir. İnsan da yem olmayagörsün, onu dişleri arasında çiğnemeyecek hiçbir nesne yok gibidir.
Mala düşkünlüğü ile yem hâline gelen Kārun’u kendi zenginliği yemedi mi?
İlâhlığa kalkışıp şeytanın yemi olan Nemrut, bir sivrisineğin lokması olmadı mı?
İbret!
Ateş dolu ibret!
Nice insan, kendisine yem zannettiği tuzakların içinde yem olup gitmiştir.
Hazret-i Mevlânâ, hikâye yoluyla bu gerçeği şöyle anlatır:
“Yeme aldanan kuş, kanadı açık olarak damdadır ama, o tuzağa düşmüş¬tür. Değil mi ki, gönlünü canla başla yeme vermiştir. Sen onu tuzağa tutulmamışsa bile, tuzağa yakalanmış bil. Çünkü kuşun yeme bakışları, kendi ayağını bağlamak için birer düğüm gibi¬dir. Yem ona der ki:
«–Ey kuş, sen şimdi bana hırsızlama bakıyorsun ama, hele sen sabret, asıl ben seni çalıyorum. O hırsla bakışın seni benim ardıma düşürdü. Bilmiş ol ki, ben senden gafil değilim.»
Velhâsıl kuş o yeme bakmaktan hoşlanır. Yem de uzaktan onun yolunu vurur. Kuşun yeme baktığı gibi, sen de bir harama bakıyorsan kendi kendine kötülük yapıyorsun. Kendini zarara sokuyor, âdeta kendi yanından kopardığın eti, kebap edip yiyorsun demektir.
Ey dünya mülküne sahip olanlar, siz mülkün sahibi olduğunuz hâlde, aslında o mülkün kulu kölesisiniz. Gerçekten mala sahip olan; helâk ol¬maktan kurtulan; mala, mülke esir olmayan kişidir.”
Gerçekten de insanı tüketen tuzaklar, bu ve benzeri çukurlardır. Dolayısıyla dünya kuyusuna düşenlere Yusuf basireti ve gayreti gerekli. Yine Mevlânâ der ki:
“Ey dünya kuyusuna düşmüş olan! İp uzandı, onu iki elinle sı¬kıca tut. İpten gafil olma ve yakalamışken bırakma; çünkü ömür tükendi, akşam oldu…”
Yani ömür testimiz kırılmadan önce ne yapabilirsek, o kâr. Sonrası boş… Bugün doğru ve güzel olana, bizi verimli bir bağa dönüştürecek cennet hasletlere ulaşamaz ve yüceliklere kanat açamazsak, içine düştüğümüz dünyada yarın son durağımız yine bir çukurdan ibaret kalır.
O hâlde gayret testilerimiz, kırılmamalı.
Ne kışın ne de yazın, ne rahatlıkta ne darlıkta, ne de tatilde…
Tatilde diyorum çünkü insan tatil olmadığı zamanlarda bile boş vakitlere, boş işlere, boş çalkantılara, boş telâşlara, boş heveslere, boş arzulara, boş yaşayışlara kendini ve başkalarını yem yapıyor. Tükeniyor, tüketiyor.
Belki bazılarımız yorucu bir eğitim yılı geçirdiğinden bahsedebilir. Ancak eğitim, tüketici değil de üretici bir kıvamda yapılmışsa, asla yorucu değil, aksine dinlendirici bir özellik taşır.
Fark edebilirsek; asıl yorucu olanlar, daha doğrusu bizi günün birinde yoracak olanlar, atâlet dolu tatiller olacaktır. Gerek bu dünyada gerek öbür âlemde.
Nitekim pek çok atâlet timsali meseleler şimdiden insanlığın başını ağrıtmaya başladı bile. Meselâ artık yılda 1 gün işbaşı yapıp da 364 gün tatil yapan o kadar sevgiler, duygular, anlayışlar, inançlar, idealler ve değerler var ki. Say say bitmez. Ama bunların batıdan doğuya her biri; inim inim inliyor, ağlıyor, feryat ediyor!
Hepsi birbiriyle orantılı aslında. Eğer bir anne, elindeki köpeği, çocuğundan daha değerli görür ve ona göre davranırsa, neticede çocuk da anne sevgisini bir güne hapseder geçer. O bir günlük testi de kırılırsa, düşünün insanlığın içine düşeceği felâketi.
Ben aileyi misal verdim. Siz bütün hayatı bu misalin içinde değerlendirebilirsiniz…
Unutmamalı ki, yarınlara dolu çıkabilmek için bugünün büyük boşluklarını bertaraf etmek şart.
Ailenin, çevrenin, eğitimin, kısacası insan ve hayatın tamamen tüketilip yok olmaması için bu şart.
Bu şartları gerçekleştirecek doğru idrak ve adımların da, testiler kırılmadan önce olması zarurî. Dikkat buyurun: Testiler kırılmadan önce…