Farklı Boyutlarıyla İsraf

ASIM UÇAROK

İsraf, en temel mânâsıyla yazık etmek demektir. Eşya, para, zaman, emek, insan… Değer taşıyan müşahhas-mücerret her şeyde israf söz konusu olabilir. Bu değerli şeylerin, insaf ehline: «Yazık oldu!» dedirtecek şekilde sarfına israf diyebiliriz.
Diğer yandan israf, aşırılık sergilemek, mûtedil olmamak demektir. Meselâ kirlenmiş bir eşya bir kere sudan geçirmekle zaruret hâlinde yetecek şekilde temizleniyor; üç kez yıkamakla mükemmel şekilde temiz oluyorsa, onu dördüncü kez yıkamak israftır. Üstelik bu esnada harcanan zaman, vakit israfı; verilen emek de, emek israfı olur.
Özellikle temizlik gibi hususlarda insan vesveseye düşebilmekte ve kemal noktasının üstüne çıkmayı fazilet zannedebilmektedir. Sahâbe’den Hazret-i Câbir, Hazret-i Peygamber’in bir sâ’ (yaklaşık 5 litre) su ile yıkandığını söylediğinde, dinleyenlerden biri «bu kadarı bana yetmez!» demişti. Bunun üzerine Câbir:
“Saçı senden daha gür, kendisi de senden daha hayırlı olan bir zâta yetiyordu.”
cevabıyla âdeta; “Fazla harcama yapmakta hayır olsa, senden hayırlı olan bunu yapardı.” demiş gibidir.
İsraf, bugün anlam daralmasına maruz kalmış, israf denilince sadece yiyecek maddelerinin çöpe atılması gibi işin tek yönü akla gelir olmuştur.
Hâlbuki, meselâ yeme içmede israf; yiyecek maddelerini yemeyip çöpe atmak şeklinde olacağı gibi, aşırı yemekle de olur. Bugün haddinden fazla yemenin meydana getirdiği hastalıklar düşünüldüğünde; vücudunun ihtiyacını karşılayacak şekilde ağız tadıyla doyduktan sonra daha fazla yiyerek yapılacak israfın aynı zamanda kişinin kendine yazık etmesi mânâsına da geldiği anlaşılır. Bugün ABD’de aşırı şişmanların ülkenin sağlık sistemine verdiği yük hesaplanmakta ve karşılaşılan ağır bilânçoyu gidermek için ülke çapında tedbirler aranmaktadır.
Haddinden fazla olarak harcanan şeyin kişinin kendi malı olması, kolayca tükenip bitmeyecek şeylerden olması, bu yapılanı israf olmaktan çıkarmaz.
Hidayet Rehberimizde: «İsraf etmeyin!» ikazının, giyinme, yeme ve içme gibi mubah şeylerden sonra zikredilmesi; Efendimiz’in; «akarsuda abdest alırken bile israf etmemeyi» öğütlemesi bu konuda yol göstericidir.
İsrafın temelinde, insanın elindeki bütün bu değerli şeyler üzerinde tam tasarrufunun olmadığı gerçeğinin hatırlatılması da vardır. İnsan kendi canı, malı ve zamanı üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma serbestliğine sahip değildir, çünkü o bir emanetçidir.
İnsan; «Nasıl olsa parasını ödemiyor muyum?» diyerek israf etme hakkına sahip olamaz. Çünkü gıybet ile iftira arasındaki ilişki gibi israf, zaten kendi tasarrufundaki şeyde olandır; aksi durum başkasının malını telef etmek olur ki çifte hatadır. Böyle düşünen kimse paranın aslında ne olduğunu bir düşünmelidir. Para bir devletin o milletin millî hazinesinin gücüne, imkânına göre basıp piyasaya sürdüğü tamamen itibarî kıymete sahip bir kâğıt parçasıdır. Demek ki kişinin mülkiyetine geçmiş olsa da paranın içtimaî bir tarafı vardır.
Bugün; «Para benim değil mi?» zihniyetiyle sergilenen israflar, aşırı harcamalar, başka hiçbir zararı olmasa, ülkemizin dış ticaret açığının büyümesine zarar vermektedir.
Zaman zaman israf olmuş paralar için: «Bu para ile neler yapılabilirdi?» şeklinde haberler yapılır ki, bunlar da israfın umutları biçen yönüne işaret ederler.
İnce düşünüldüğünde israfın kul haklarıyla da alâkası anlaşılır. Meselâ bugün yağışsızlıktan dolayı barajların yetersiz hâle geldiği şehirlerimizde belediyeler, insanların çok su harcanmasına sebep olan halı ve araba yıkama gibi faaliyetlerini sınırlandırdı. Demek ki bedelini ödemek, insanların ortak kullandığı bazı eşyada sırf hukukî açıdan da sınırsız bir tasarruf imkânı sağlamamaktadır.
Derin düşününce israfın buna benzer başka içtimaî boyutları da fark edilebilir. Meselâ insan kendi zamanını israf ederek, kendine yazık ettiğiyle kalmaz; iyi eğitimli, memleketine yararlı iyi bir meslek sahibi vb. bir insan olmayarak cemiyeti için kendi payına düşen noktada kusurlu davranmış olur. Bugün büyük kitlelerin yaşadığı dünyamızda gayri sâfî millî hâsıla, kişi başına düşen yıllık kitap okuma nispeti gibi pek çok şey kişi başına bölünerek hesaplanıyor.
İnsanı israf konusunda hataya düşüren şeylerin başında; «Benim yaptığım israftan ne olacak?» mazereti gelir. Oysa yaşadığımız çevre felâketleri bu bahanenin ne kadar anlamsız olduğunu gösterdi. Milyarlarca insanın az miktarlarda harcamalarından ortaya çıkan gazlar atmosfer tabakasında birikti ve dünyada umumî sıcaklığın artmasına sebep oldu. Bu da kutuplarda asırlardır duran buzulların erimesine sebebiyet verdi. Bütün bunların temelinde, fertlerin küçük gördüğü israflar yatıyor.
İsraftan kaçınma yolundaki en zorlu vesvese ise; «Herkes israf ediyor, benim kaçınmam ne işe yarar ki!» vehmidir. Bu vesveseye ancak mânevî bakış açısı çözüm olur. İsraf da hırsızlık gibi, adam öldürmek gibi bir yasak ise; ortalıkta hesap soracak bir emniyet-adalet mekanizması kalmasa da biz hırsızlık yapmayacağımız ve cinayet işlemeyeceğimiz gibi hiçbir netice vermeyecek olsa bile sırf yapılmaması gerektiği için israftan kaçınmalıyız.
Her şeyde aşırı gitmek israf mıdır? Meselâ bol bol infakta bulunmak israf mıdır?
Hayır; «İsrafta hayır yoktur ama hayırda da israf yoktur.» denilmiştir. İnsan hayırlı yollara kendini, malını, emeğini, zamanını ne kadar verse israf sayılmaz. Farzlar zarurî çizgiler olduğu için, kemal isteyenler daha fazlasına talip olmakta haklıdırlar.
Ancak kemalin ötesini zorlamak bir nevî itidalden ayrılmak olacağından, kişide mânen olgunluk gerektirir. Nitekim Efendimiz malının tamamını infak etmek isteyen herkese izin vermemiş, bu gibi istisnaî durumlar için sadece müstesna kişilere müsaade etmiştir. İnsan, aşırılıklara düşebilen yapısı sebebiyle sabahlara kadar nafile ibadetle kıyamda durup, sonra da secdede uyuyakalıp sabah namazını kaçırabilir ki, bu bir işe yaramaz.
İsraf, değerli şeylere yazık etmekse, insanın en kıymetli varlığı, onun uhrevî geleceğidir. Bu sebeple en büyük israf da âhirete ait olandır. Onu israf etmek sadece kârdan zarar, sadece bir fırsatı kaçırmak değildir, cennetten olup cehennemi boylamaktır. Sanki diğer bütün israflarda bize hissettirilen odur. Boşa akıp giden sularda, ömrün akıp gidişini; yazık edilen bir ömürde de, perişan bir ukbâyı görmek mümkün değil midir?