Dünya Nereye
Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI
Bugün dünyada derece derece artan sıcaklıkla birlikte yeryüzünde hayatiyetin ömrü hakkındaki tahminler de derece derece kısalıyor. Bundan sonra neler yapılacağı bir başka konu. Fakat gelinen noktanın sebeplerine baktığımızda, dünyanın havasını bozan, suyunu kirleten, toprağını çölleştiren, ateşini yükselten hususların, tamamen batı medeniyetinin yan etkilerinden ibaret olduğunu görüyoruz. Bunlar: Şuursuzca tüketim, her ne pahasına olursa olsun kalkınma, fütursuz fen ve sanayileşme; ve bütün bunların rûhî, felsefî arka plânı.
Şimdi bunları herkes söylüyor. Acaba baştan beri işin bu raddeye gelip dayanacağı belli değil miydi? Tamamen tüketimi çıldırtmaya dayanan bir ekonominin, tamamen sefahati teşvik eden bir hayat tarzının, her şeyden önce mânâyı, hissi, kalbi dışlayıp; maddeyi, bilimi ve nefsi öne çıkaran bir gidişatın sonunun böyle olacağı aşikâr değil miydi?
Elbette: «Bu cadde, çıkmaz sokak!» diye yollarda haykıranlar oldu. Fakat maalesef endüstrileşmenin, makineleşmenin kara büyüsü çoklarının gözlerini efsunluyordu. Batının fen sahasında terakkî etmişliği Osmanlı münevverlerinin kendilerini, cemiyetlerini bir tedennî, bir geri kalmışlık kompleksi içinde hissetmelerine sebep oluyordu. Hele şark irfanının bu fütursuz ve vicdansız «gelişme»lere kayıtlar koyması tamamen taassup addolunuyordu.
Osmanlı’nın son döneminin kudretli fakat nasipsiz şairlerinden Tevfik Fikret de başı dönmüş bir şekilde, maddenin ve maddeyi tetkike dayalı müspet ilmin tek hakikat olduğu vehmine kapılanlardandı. Şair, oğlu Halûk’a ithafen yazdığı şiirlerden birinde oğlu adına bir takım inançlar dile getirmişti. «Halûk’un Âmentüsü» adlı bu şiirinde, Tevfik Fikret’in geleceğin dünyasına dair fikir ve beklentilerini okumak mümkündür.
Fikret’in tasavvurunda geleceğin akıl ve fen (müspet ilim, teknik) elinde mükemmelleşeceği inancı gayet açıktır:
Aklın, o büyük sâhirin i’câzı önünde
Bâtıl geçecek yerlere hüsranla, inandım.
…
Bir gün yapacak fen şu siyah toprağı altın,
Her şey olacak kudret-i irfanla, inandım.
Fikret, içinden çıktığı milletin değerlerine yüz çevirmiş, yönünü bir sürü «izm»den oluşan bir batılı değerler sistemine döndürmüştü. Ama bunu, hiçbir vatana değil, toprağa; hiçbir millete değil, insanlığa ait olmak şeklinde ifade edecekti:
Toprak vatanım; nev’-i beşer milletim… İnsan
İnsân olur ancak bunu iz’anla, inandım.
Tevfik Fikret âmentü adını verdiği ve «inandım» redifiyle kaleme aldığı şiirde demektedir ki:
Şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var;
Dünyâ dönecek cennete insanla, inandım.
Şair, pozitivizmin tesiriyle gözle görülmeyen (gayba ait) cin, şeytan, melek, âhiret ve cennet gibi şeylere inanmadığını söylerken, bütün bu mefhumların maddî dünyadaki mecazî karşılıklarına kapı açıyor. Bunların bilim, teknik, akıl vasıtasıyla ve insan eliyle gerçekleşeceğine olan inancını ilân ediyor.
Aradan çok da zaman geçmedi fakat tarih, Tevfik Fikret’in inançlarının bâtıl olduğunu bin bir tekzip ile gösterdi.
En acı tarafı; «Halûk’un Âmentüsü»ne başta şairin oğlu Halûk îman etmedi. Müphem bir «kudret-i külliye»ye vicdanla inanmak ona yetmedi, boşluk içinde bulunduğu Amerika’da Protestan dinini benimsedi, öldüğünde bir Amerikan köyünde papaz idi.
Fikret’in ve pozitivizmi insanlığın son merhalesi olarak gören hemfikirlerinin zannettiği neticeler yaşanmadı. Yani onların iddialarının aksine vatan da, milliyet de, din de büyük bir ihtiyaç olarak insanlığın merkezinde yer aldı.
Akıl, sihriyle ağyarı âciz bırakmak şöyle dursun, ilmî her adımda ilâhî kudret karşısında aczi bir kez daha tattı. Akıl hiçbir zaman kalbin önüne geçemedi, Fikret’ten bir süre sonra Necip Fazıl şöyle diyecektir:
Kursa da boşluğa asma köprü, fen,
Allah derim, başka hiçbir şey demem!
Fikret’in siyah toprağı altına çevireceğine inandığı fen, yani bilim, teknik ve teknoloji vicdansız ve fütursuz ellerde toprağı çil çil altınlara değil, sapsarı kumlara çevirdi. Dünyanın pek çok yeri bugün kuraklık ve çölleşme tehdidi altında. Milyonlarca insan açlıkla, susuzlukla, denge bozukluklarının yol açtığı tsunami, deprem, kasırga gibi felâketlerle yüz yüze. Nesli tükenen hayvan ve bitkiler, kıtalara bir anda yayılan sun’î virüsler, ortaçağın veba salgınlarını kat kat aşan türlü hastalıklar… ve bu müşahhas fesadın kat kat fazlası rûhî ve mânevî hasar…
Dünyanın sıcaklarla kavrulduğu ve âdeta cehenneme döneceği korkusunun yavaş yavaş kalplere dolduğu bugünden bakılınca, Tevfik Fikret’in temennîsi inkisara uğramış bir hayal hükmünden çok basiretsizlik damgasını yiyor.
Maksat Tevfik Fikret’i karalamak ya da olan-bitenden bir zihniyeti mes’ul tutmak değil elbette. Mühim olan bugünün yanlış inanışlarına bir ibret levhası sağlamak. Fikret ve muasırlarının yanıldığı husus, devrin terakkî yarışı içerisinde her şeyi bilimden ibaret görmekti. Hâlbuki onlar kendi medeniyetlerinin yetiştirdiği değerlere eğilselerdi; meselâ Mevlânâ onlara şu nasihati verecekti:
«Mayası bozuk bir adama ilim ve fen öğretmek, yol kesen bir hayduda kılıç vermek gibidir.»
Tek başına fen, akıl, müspet ilimler… bunların sadece araç olduğunu bilecekler, maksat hayır olursa vasıtaların hayır, maksat şer olursa vasıtaların şer netice vereceğini bileceklerdi.
O zaman Halûklar, Âsımlar kendi cemiyetleri içerisinde el ele mânevî açlıklarını doyurabilecekler ve milletlerini daha ileri götürme gayretinde olacaklardı. Belki garbın yanlış gidişine şarktan bir cevap bulunabilecekti. Doğru temeller üzerinde bir kalkınma, bir ilerleme bulunacak, fennin imkânları gerçekten insanın saadetine hizmet edecek ve belki de dünya cennet gibi bir devir yaşıyor olacaktı.
İklim değişiklikleri, ekolojik dengenin sağlanması konusunda artık zaruret hâlini alan tedbirler alınırken, bizim de zihin dünyamızda dengeleri oturtmamızın tam sırasıdır. Daha geç olmadan.