Sabır ve Sebat
Adem SARAÇ
İslâm güneşi, bütün haşmetiyle her tarafı aydınlatmaya başlamıştı. Çünkü güneş aydınlık içindi, bir başka deyişle hayat içindi güneş…
İslâm güneşine gözlerini ve gönüllerini açanlar, İslâm nûru ile nurlanıp, her şeyleri ile aydınlık ufuklara yöneliyor, yeniden hayat buluyorlardı.
İslâm güneşine arkalarını dönenler ise, karanlıklar içinde bocalayıp duruyorlardı.
Müslümanlar, İslâm esasları ile şekillenirken, İslâm’ın güzelliğini bütün hayatlarına yansıtma çabasına girmişlerdi.
Fakat kolay olmuyordu bu. Peygamber’e îman etmenin suç olduğu bir ortamda, Allah ve Rasûlü’ne îman eden bu bir avuç insan, her gün yeni bir sabır imtihanından geçiyordu.
Her şeyleri ile ilk sırayı alan bu seçkin ilk Müslümanların, maruz kaldıkları dayanılmaz işkence, eziyet ve hakaretler, karşı karşıya bulundukları güçlükler ve mânîler birer imtihandı şüphesiz.
Mesele sadece: «Îman ettim.» demekle bitmiyordu çünkü. Îmandaki sadâkat, samimiyet ve sabırlarının da ölçülmesi gerekiyordu.
Îman, sabır ve sebat çizgisinde kuvvet buluyordu…
Îmanında samimiyetin en açık ölçüsü, inanan insanın karşılaştığı bunca güçlükler, işkence, eziyet ve ıstıraplar karşısında, hiçbir zaman pes etmemesi ve zulme boyun eğmemesiydi. İnandığı değerleri hayatına geçirme çabasıydı…
Sadece inanmak yetmiyordu çünkü. Îman ile açılan kapıdan giriliyor, sâlih amellerle yola devam ediliyordu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, önceleri insanları gizlice İslâm’a davet ederken, daha sonra Rabbinin emrine uyarak, açık şekilde davette bulunmaya başladı.
Önce en yakın akrabasını uyardı. Ondan sonra da, karşılaştığı herkesi İslâm’a davet etmeye başladı. Mekke sokaklarında dolaşarak, insanları Allâh’ın dinine çağırdı.
Peygamberimiz Mekke’de, Safa Tepesi’nin yanında, önce en yakın akrabalarına, sonra da herkese hitap edip İslâm davetini tebliğ ettiği zaman, insanlar grup grup olmuşlardı.
O zaman Peygamber Efendimiz, Rabbinin emirlerini açıkça söylemişti. İnsanlar, karşılaştıkları yeni şeyin, ne olduğuna bakmışlar, bir kısmı dehşete kapılmış, bir kısmı reddetmiş, bir kısmı kaçmış, bir kısmı da herkesten önce îman ederek İslâm’a koşmuştu.
Koşanı beslemek, kaçanı çağırmak gerekiyordu…
Peygamberler Sultanı, bütün herkese şefkat kucağını açıyor, Rabbinin emir ve yasaklarını; İslâm mesajını tebliğ ediyordu. Hakk’a davet etme hususunda dur-durak bilmeden, yorulmadan çalışıyordu. İnsanları İslâm gülistanına davet etmek için, çalışıp çabalamak ne güzel şeydi.
Haydi İslâm’a diyordu sürekli…
İslâm ile yeniden doğmaya diyordu…
İnsanları, sadece Allâh’a ibadet etmeye, öncelikle O’nu birlemeye ve O’nun ortağı olmadığını kabul etmeye davet ediyordu.
Allah ve Rasûlü’ne îman ile şereflenenler, bir başka güzellikle güzelleşiyorlar ve bir başka güzelliği yansıtıyorlardı.
İslâm güzeldi… Müslüman güzel insandı…
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanları bu güzelliğe davet ederken, gece-gündüz demeden çalışıyordu. Gizli-açık türlü yollar deneyerek, insanları Allâh’a davet ediyordu.
İnsanların toplantılarına katılıyor, kalabalık bulundukları yerlere giriyor, merasimlerine iştirak ediyor, ibadet eden kimselerin arasına katılıyor, karşılaştığı hür ve köle, zayıf ve kuvvetli, zengin ve yoksul, herkese, İslâm’ı tebliğ ederek, onları Hakk’a davet ediyordu.
Peygamber çağrısına can atanlar, sahâbeye katılma şerefine eriyorlardı. Onlar da ellerinden geldiğince, bu güzel mesajı her tarafa ulaştırmaya çalışıyorlardı.
Bu çalışmalar dost da kazandırmıştı, düşman da…
Peygamber Efendimiz’in ve O’nun yolunda yürüyenlerin en şiddetli düşmanları arasında, Peygamber Efendimiz’in amcası Ebû Leheb gelmekteydi.
İkinci sırada Amr bin Hişam yer almaktaydı ki, İslâm Tarihi ona, gerçekten yerinde bir isim olan Ebû Cehil lâkabını takmıştı.
Ebû Leheb, Peygamberin davetine engel olmak hususunda çok ileri gitmişti. Amcası olduğu için O’nu koruması gerektiği hâlde, O’nu korumak bir yana, davetine mânî olmada en aşırı gidenlerden biriydi.
Ebû Cehil’e gelince, o zaten fâcir bir kimseydi. Peygamber Efendimiz’e karşı hem sözlü, hem de fiilî saldırılarda bulunuyordu. Korumasız Müslümanlara karşı mütecaviz davranıyor, onları müşkül durumlarda bırakıyordu.
Düşmanlık yapanlar sadece bu ikisiyle sınırlı değildi tabiî. Ama bunlar düşmanlıkta elebaşlarıydılar. Diğer düşmanları da ayartan düşmanlardı bunlar.
Bütün bunlara rağmen it ürüyor, kervan yürüyordu…
Peygamber Efendimizin üstün gayret ve çalışmasıyla yepyeni bir topluluk oluşuyordu. Sahâbe-i kiram denen bu seçkin topluluk, Peygamber medresesinde eğitiliyordu.
Allah Teâlâ Hazretleri, o insanları, kendi davetini taşımaları için seçmişti.
Onlar, İslâm’ın güzelliğini tebliğ edip, yeryüzüne yaymaları ve ülkeden ülkeye taşımaları hususunda, Peygamberlerine yardımcı olmaları için seçilmişlerdi.
Bunlar arasında her türlü insan vardı. Kimsesiz, korumasız, zayıf kimseler olduğu gibi; güçlü, kuvvetli kimseler de vardı.
Peygamberler Sultanı’nı dinler dinlemez, hemen İslâm’a koşmuşlar ve inançları uğruna çeşitli işkencelerle karşı karşıya kalmışlardı. Buna rağmen dinden dönmemişler, sabır ve sebat göstermişlerdi. Zorluk ve sıkıntılara göğüs gererek İslâmiyet’i tebliğ yolunda yürümüşlerdi.
Bizler de onlar gibi çalışmalıyız işte… Peygamber Efendimiz böyle istiyor çünkü.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-