Bir Başka Açıdan

Ali HÜSREVOĞLU

Kur’ân-ı Kerîm’in Kalem Sûresi’nin son iki ayeti: «nazar âyeti» olarak bilinmektedir. Mealine baktığımızda özet olarak: “O küfre sapanlar Zikr’i işittiklerinde az kalsın Sen’i gözleriyle devireceklerdi. Bir de: «İşte bu bir mecnundur!» diyorlardı. Hâlbuki bu Zikir âlemler için bir öğütten başka bir şey değildir.” şeklinde anlamlandırıldığını görmekteyiz.
Kendi atalarına ve benzeri toplumlara gönderilen kitaplardan hiç haberleri olmayan, o kitapların sonuncusundan bir parça işittiklerinde onu okuyanı öldüresiye hedef tahtası yapan cahil bir toplum, elinden gelen kötülüğü geriye koymadan neye gücü yeterse onu yapıyor. Bununla yetinmiyor, karşısındaki peygamberi delilikle itham ediyor. Hâlbuki bu kitap bir veya birkaç topluma değil bütün âlemlere bir öğüt, bir hatırlatmadır, buyuruluyor.
Burada Hazret-i Mevlânâ’yı ve onun Hazret-i Ebûbekir ile Ebû Cehil’i birbirinden ayıran noktayı tespitini görmemiz gerekiyor:
“Ebû Cehil, Hazret-i Ahmed’i görünce: «Hâşimoğulları’ndan çıkmış çirkin bir sûret!» dedi.
Hazret-i Peygamber ona buyurdu ki: «İşi azıtmakla beraber doğru söyledin.»
Sıddîk-ı Ekber de O’nu görünce: «Ey güzeller güzeli! Ne doğudansın, ne batıdan! Parlayışın kutlu olsun!» dedi.
Peygamber Efendimiz ona da: «Ey şu kıymetsiz dünya etkisinden kurtulmuş sıddîkım, doğru söyledin.» buyurdu.
Orada bulunanlar: «Ey Efendimiz! Birbirine zıt söyleyen ikisine de: ‘Doğru söyledin.’ buyurdunuz. Sebebini açıklar mısınız?» dediklerinde Efendimiz:
«Ben kudret eliyle cilâlanmış bir aynayım ki güzel-çirkin herkes Bana bakar, kendini görür.» buyurdu.” (Mesnevî, 1/2370-75)
Dolayısıyla bu konuda Ebû Cehil’in sözü de, Ebûbekir’in sözü de doğru idi. Her ikisi de O’na bakıp kendilerini olduğu gibi görüyorlardı. Bu iki kutbu birbirinden ayıran nokta şu idi:
Ebû Cehil’de kendi yapamadığını yapan, kendi ulaşamadığına ulaşan kabiliyete kopkoyu düşman olma duygusu hâkimdi. Ebûbekir’de ise gerçek değere, gerçek kıymete hayran olmak ve kendini O’nun uğrunda feda etme duygusu vardı. Birbirine tamamen zıt bu iki duygu, aynı toplum içinde yaşayan, aynı kültürü almış, aynı soydan gelen bu iki insanı birbirine tamamen zıd iki zirveye taşımış oldu.
O’nu her gördükçe Ebû Cehil’in hasedi arttı, bu fecî duygu onu kemire kemire insanlıktan çıkardı, kendini ve sürüklemek istediği toplumunu felâketlere götürdü. Ebûbekir ise o eşsiz güzelliği her gördükçe O’ndan aydınlana aydınlana nûr-i mücessem oldu, O’na akrabasından daha yakın olma imkânını buldu, peygamberlerden sonra en üstün insan olma ufkuna ulaştı.
Hazret-i Ebûbekir’i zirveye ulaştıran bu güzellik şâhikası, O’na haset gözüyle bakanları çileden çıkardı, çıldırttı. O’nun bu satırları yazan nâçiz bendesi de yıllardan beri «nazar âyeti»ni hep O’nun mübarek hilye-i saadeti muhtevasında gördü, öyle kabullendi, öyle inandı. Yıllardan beri de Muallim Nâci’nin şu na’tını evrad edindi:
Hüsn-i Kur’ân’ı görür insân olur hayran Sana
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân Sana!
El-hak böyledir. Nazar âyeti, O’nun eşsiz güzelliğinin binlerce delilinden yalnızca bir tanesidir. Buna böyle inanan insanlar, dünya ve âhirette insanların tartışmasız en mutlularındandır.