Patlama Kültürü

H.KÜBRA ERGİN

Her medeniyetin bir kâinat tasavvuru vardır ve bu tasavvur ekseriyetle o medeniyetin insan hakkındaki görüş, kanaat veya inancıyla irtibatlıdır.
Kâinata «gayelilik» prensibi açısından bakan bir kültür, her varlığın gayeye uygun olarak şekillendirildiği ve düzenlendiğini benimsemekte güçlük çekmez. Bu sebeple öncelikle varlıktaki düzen ve hikmete dikkat eder; yaratılan her şeydeki sanatı ve ahengi görür; her nimeti rahmet ve cömertlik numunesi olarak değerlendirir.
Varlığa bu gözle bakmak; her bir nesneyi bir sanat eseri, bir emanet ve bir şükür vesilesi olarak görmeyi ve âlemdeki düzenden ibret alarak kendi hayatında da ona münasip bir ahenk içinde olma gayretini icap ettirir. Bu sebeple inananların tabiat varlıklarına karşı duruşu; kelimenin gerçek mânâsıyla muhafazakâr bir duruştur. Mü’minin tabiata karşı muamelesi, bir müzeyi ziyaret eder gibi, nazik, çekingen ve dakik bir temaşadan ibarettir ki; zaten onun yaratılış gayesi de; eserin gizlice fısıldadığı âyetleri izleyip Eser Sahibi’ne varmaktır.
İslâm medeniyeti, aza kanaat ve yardımlaşma gibi mânevî değerleri; bol bol tüketebilmek için nasıl olursa olsun bol mahsul elde etme gibi maddî değerlere tercih etmiştir.
Medeniyetimiz ürettiği her şeyde en güzeli, en kalıcıyı, en ahenkliyi arayışın eşsiz misallerini sergilemiştir.
Diğer yandan Müslüman toplumda gelir dağılımında farklar bulunmakla beraber bu, adaletsizlik değil ilâhî taksimin takdiri nispetinde olur. Cemiyette aralarında uçurumlar bulunan sınıflar teşekkül etmez.
Batıda ise sanayileşmenin en önemli motoru; açlık saikıyla az bir gelir karşılığında çok ağır şartlarda çalışmaya râzı olan yığınlarla; sanayi yatırımı yapıp, pazarlama ağı kurabilen büyük sermaye sahiplerinin arasındaki uçurum olmuştu. Bu uçurum, toplumda bir patlamaya yol açmış ve bunun neticesinde sanayi inkılâbını doğurmuştur.
Zaten batı medeniyeti her yönüyle patlamayı temel almıştır. Sanayi inkılâbının sembolü olan buhar makinesi; kendisinden sonra gelen çeşitli patlamalı motorların habercisi olmuştur. Elbette bu patlamalar, yakıt olarak kullanacağı enerji kaynaklarını ele geçirmek için askerî güç gerektirmiştir ki, bu kuvvet de yine patlama özelliği taşıyan top, tüfek, füze, bomba gibi araç-gereçle sağlanmıştır.
Bir başka deyişle şöyle söylemek mümkündür; batı medeniyeti; biri üretmeye ve kendi milletini doyurmaya hizmet eden; diğeri ise, başka milletleri öldürmeye ve korkutup boyun eğdirmeye yarayan iki çeşit ürün vermiştir ki; her ikisinin de ortak özelliği patlamasıdır. Bu iki ürünün birincisiyle, kendi vatandaşını aşırı derecede besleyip, patlayacak kadar şişmanlatmış, hem kan damarlarını tıkamış, hem ar damarlarını yırtmış; sonunda cemiyet bağlarını parçalamıştır. Diğeriyle ise, «öteki» saydıklarının başında kâh atom bombaları, kâh misket bombaları patlatıp, ciğerlerini dağlamış; yüreklerine korku salıp, düzenlerini alt-üst etmiştir. Bu sebeple batı medeniyetini, tam mânâsıyla «patlama medeniyeti» diye isimlendirmek yanlış olmaz.
Batı medeniyetinin bir patlama medeniyeti olduğunu destekleyen bir başka delil de kâinat tasavvurlarıdır. Batı bilimi, gözledikleri çeşitli işaretlerle evrenin genişlemekte olduğunu tespit edince; kâinatın bir noktadan doğmuş olduğu gerçeğini kabule mecbur kaldı. Batı zihniyeti bu doğuma; «Big Bang» yani «Büyük Patlama» adını verdi.
Oysa bizzat insaf ehli bilim adamlarının da kabul ettiği gibi, bu ilk genişleme son derece hassas bir plâna göre gerçekleşmiş; sonunda böyle muntazam işleyen bir kâinatı meydana getirmişti. Patlamalarda ise etrafa rastgele maddeler saçılır, bir düzen meydana gelmek şöyle dursun, eğer önceden bir düzen varsa bile bozulurdu. Öyleyse neden bu ilk «yaratış»a patlama deniliyordu?
Bu nazariye, İslâm medeniyetinde isimlendirilecek olsa herhâlde bu isim; «Kâinat ağacının tohumunun çatlaması», yahut «kâinat gülünün tomurcuğunun açılması» mânâlarına işaret eden bir isim olurdu. Ya da; «Kün!» emrine muhatap olmanın verdiği heyecanla coşup taşmaya veya vecd ile sema‘a koşmaya uygun düşecek bir ifade seçilirdi. Oysa batılı zihinler bu doğuma tam da kendi kültürlerine uygun bir isim vererek; «patlama» dediler.
Hiç şüphesiz «patlama» kelimesi, batı zihniyetinin hem «yaratılış» demekten ve böylece Yaratıcı’yı kabul etmekten kaçış çabasına; hem de kâinat ağacının meyvesi olan insanı gayesiz, vazifesiz, başıboş bir varlık olarak tarif etme amacına uygun, seçilmiş bir ifadedir.
Bu tercih, batının patlamaları neden bu kadar sevdiğini de açıklıyor; çünkü kâinatı bir patlama gibi tesadüfî ve mânâsız görmek; insanoğlunun çeşitli patlamalarla kendisini ve çevresini mahvetmesine de kendince bir meşruiyet sağlıyor.
İnsanı vazifesiz ve başıboş say-
mak adına bütün bir kâinatı da gayesiz ve mânâsız gösterme gayreti, canlı-
cansız tüm varlıklarıyla tabiatı da değersiz ve mânâsız bir yığın hâline ge
tiriyor. Böyle bir dünya görüşünden, tabiatı koruması ve gelecek nesiller de görsün diye muhafaza etmesi beklenebilir miydi?
Garip olan şu ki; tabiatta çatışma ve savaş görüp; insaniyet âlemine de ihtilâl, işgal ve sömürü anlayışını hâkim kılan bir kültür, kâinatta nizam ve ahenk görüp; onun bir benzerini insaniyet âleminde kurmayı vazife addeden medeniyetimize şiddet iftirasını atıyor.
Görünen o ki, hem felsefî hem pratik olarak, her açıdan bir «patlama kültürü» olan batı medeniyeti; anlamsız ve gayesiz gördüğü insanlığın başına, büyük kıyâmeti koparıncaya kadar hiçbir ikaza kulak vermeden çabalayacak. Fakat zararı sadece failler çekmiyor, kabak herkesin başına patlıyor.
«Artık çok geç!» demek ümitsizlik aşılamak olur. Doğuda da batıda da âlemdeki nizamı idrak ve muhafaza yolunda yeşermeye başlayan filizlerin boy vermesi temennîsi ve gayreti içinde olmalıyız. Öyle ya; kıyâmet koparken dahi eldeki fidanı dikmek lâzım…