Milli Birlik ve Din

EMİN IŞIK

Din îmandan, îman candan, can vicdandan ayrı değil.
Vatan tarihten, tarih sanattan, sanat dilden, dil milletten ayrı değil.
Millet; dilin, dinin, sanatın, vatan ve iklimin, tarih ve kaderin hep birlikte yoğurup, meydana getirdiği kültürel varlığın adıdır. Aynı inanç ve değerlerin meydana getirdiği insan kitlesidir.
Âdem topraktan yaratıldı. Onun soyundan geldik. Biz de topraktan yaratıldık. Hem bedenimizi teşkil eden maddeler ve mineraller, hem de yediğimiz besinler topraktan. Biz; cinsimizle, cismimizle, kaderimizle ve kabrimizle toprağa bağlıyız ve toprağın malıyız.
Toprağın hem eseriyiz, hem esiriyiz.
Lâkin hangi toprağın?
Elbette vatan denilen toprağın.
Peki, vatan nedir ve toprak nasıl vatan hâline gelir?
Dinimin, sanatımın, kültürümün mührünü taşıyan yer, benim vatanımdır.
Ecdat yadigârı camiler, minareler, kubbeler, türbeler, mezarlıklar, medreseler, çeşmeler, sebiller, yollar, köprüler, hanlar, kervansaraylar toprağı vatan yaparlar.
Atalarım, bu yollardan gittiler, bu köprülerden geçtiler, bu çeşmelerden içtiler. Bu kubbelerin altında secdeye vardılar, el açıp Allâh’a yalvardılar. Bu meydanlarda halay çektiler. Bu ovalarda at koşturdular. Bu çayırlarda cirit oynadılar. Bu bayırlarda sürü otlattılar. Bu topraklar için şehid düştüler. Ve bu topraklarda yatıyorlar.
Atalarım nerede yatıyorlarsa, orasıdır vatanım!
Beni, bana gösteren bir aynadır vatanım.
Çünkü onun yüzüne bakınca, kendi yüzümü görüyorum. Sadece yüzümü değil, özümü de görüyorum. Yani; dinimi, sanatımı, kültürümü ve tarihimi görüyorum. Sonra şunu diyorum: Geldiğin yeri bilmezsen, olduğun yeri de bilemezsin!
«Tarih denilen geçmiş, artık geçip gitmiştir, geçmişle ilgilenmenin ne faydası var?» diyenler seni, kökünden koparıp, köle yapmak isteyenlerdir.
Bunlar sana dost değiller!
Bir zamanlar, Tevfik Fikret de: “Âtî çıkınca ortaya, mâzî silinmeli” demişti. Lâkin bu zehirli söz, bir sam yeli gibi, önce kendi oğlunu vurmuştu: Halûk’u, tevhidin kucağından alıp, teslîsin ocağına savurmuştu!
Sen geçmişinle ilgilenmiyor olabilirsin. Ama geçmişin seninle ilgileniyor. Yakanı bırakmıyor. Çünkü dün dediğin geçmiş, bugünü doğuran anadır: Ana evlâdını terk etmiyor. Mazi denilen geçmiş, tıpkı gerilerden gelerek, ileri ufuklara doğru akan bir nehir gibi, hem şimdiki hâli meydana getirir, hem de geleceği inşa eder.
Köksüz ağaç dal-budak salmaz. Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz!
Nurettin TOPÇU bakınız ne diyor:
“Eski dediğimiz mazi, bizim seciyemizin sanatkârı, hattâ şuurumuzun yaratıcısıdır. Mazinin bittiği yerde, millet de biter, insan da, iz’an da biter, nihayet bulurlar. Millet tarihinden ibarettir. Onu tarihinden sıyırınız, geriye insan sürüsü kalır.” (Büyük Fetih s. 91, İst. 1998)
O sürü, ne yazık ki, millet değildir, millet olma şansı da yoktur.
Son bin yıllık tarihimize bakıyoruz, orada güneş gibi parlayan «Kızılelma»yı görüyoruz. O Kızılelma ki, bizi, cihan hâkimiyetine taşıyan «Îlâ-yı kelimetullah» rûhunun adıdır. Tarihimize ve kültürümüze hayat vermiş olan o ruhtur.
Biz, tarihimizi şekillendiren bütün eski olayların eseriyiz.
Ben babama; babam şehid dedeme; dedem Çanakkale’ye; Çanakkale İstanbul fethine; İstanbul Niğbolu’ya; Niğbolu Malazgirt’e; Malazgirt Bedir’e bağlanır.
Bizi, biz yapan olaylar zincirinin bir ucunda Bedir, bir ucunda Çanakkale var.
İşte bundan dolayı Âkif: “Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi!” diyor.
Millet, kavim değildir, ondan başka bir şeydir. Kavim gerçeğinde, bu saydığımız unsurların birçoğu yoktur. Çünkü kavim, en ilkel toplum olan kabilenin (klân) biraz gelişmiş şeklidir ve henüz millet hâline gelememiş olan toplumun adıdır. Kavmin hayatında din de vardır, töre de vardır. Lâkin bunlar, dışa açık ve başkalarıyla paylaşılabilen kavramlar değiller. Tanrı da, diğer bütün kutsallar da kavme özeldir. Kavmin kendine mahsus putu vardır. Lâkin: «Âlemlerin Rabbi olan tek Allah» inancına benzer bir inancı yoktur. O kavimden olmayan herkes ona yabancıdır. Her yabancı da bir düşman demektir.
Yakın tarihte, Hitler Alman
ya’sında yaşananlar, işte bu anlayışın eseriydi: Almanlar ırkçıydı, faşistti. Peki, Yahudiler değil miydi? Daha beter ırkçıydılar. Yahudi’nin hayatında din ile ırk aynı çizgide birleşir: Yehova, kavmin özel tanrısıdır ve Yahudi anadan doğmayan herkes, ebediyen yabancıdır.
Gerçek buysa: «Hitler, Yahudileri kendi silâhlarıyla vurdu!» diyenler, büsbütün haksız mıydılar?
Türkler, İslâm öncesinde boylar ve oymaklar hâlinde yaşıyorlardı. Gerçi kendi aralarında kurultaylar oluşturuyor ve ortak kararlar alıyorlardı. Dönem dönem büyük devletler de kurdular. Ancak bu devletlerin hiçbiri, bugünkü anlamda topluma mal olmuş değildi. Devlet, bir güçlü boyun önderliğinde, boy beylerinin güç birliği etmesinden ibaretti. Boy beyleri, bazen rızâ ile çoğu zaman da zorla birliğe katılıyorlardı. Ancak bu katılmalar, lider durumunda olan boyun gücüne bağlı olarak uzun veya kısa ömürlü olabiliyordu. İslâm öncesi Türk devletlerinin hiçbirinde Osmanlı’daki; «Devlet-i ebed müddet» ilkesine benzer bir ilke, bir anlayış yoktur. Kavim gerçeği, bu türlü anlayışlara uzaktır.
Bir kavmin millet hâline gelebilmesi, onun kavim zihniyetinden kurtulmasına bağlıdır. Bunun için de toplumun yeni bir kültürle karşı karşıya gelmesi gerekir. Eğer yeni kültürün ilke ve değerleri, öncekinden güçlü değilse, organ naklinde görüldüğü gibi, toplum bünyesi onu kabul etmez, reddeder. Zorlanırsa, bünyede hastalıklar yaşanır. Lâkin yeni değerler, güçlü ve faydalı ise kısa bir bocalama döneminin ardından, toplum eskisinden daha güçlü ve sağlıklı hâle gelir.
Toplumun sağlığı demek barış, huzur ve güven ortamı demektir.
Bir kavmi, millet hâline getirecek olan şey, kültürdür, kültürdeki değişimdir. Kültürün temelini de dinî inançlar oluşturur. Bunu başaracak olan dinin, toplumu bütün kesimleriyle kucaklayan ilkeleri bir de bu ilkelere gönül vermiş zümreleri olması şarttır. Ayrıca o zümreleri eğitecek ve etkileyecek rûhî aksiyon sahibi kahramanları bulunmalıdır. Meselâ; Yesevî dervişleri, Mevlânâ, Yunus, Hacı Bektaş, Hacı Bayram ve Akşemseddin gibi din uluları…
Anadolu’ya oymaklar ve aşiretler hâlinde gelen Türkmenleri, iletişimin çok kısıtlı olduğu o çağlarda, millet hâline getiren şey neydi? Hangi sihirli kuvvetti?
Nâmık Kemal: “Cihangîrâne bir millet çıkardık bir aşîretten” derken, ne demek istiyordu?
Kavim, kültürel alanda gelişme gösteremezse ya bir hâkim kültürün etkisiyle asimile olur, eriyip gider ya da korunma içgüdüsüyle faşizme sığınır.
Yeni literatürde buna mikro milliyetçilik diyorlar, oysa mikro kavmiyetçilik demek daha doğru olur.
Yirminci asrın ilk yarısında cihanı kana bulayan her iki dünya savaşı Avrupa kavimlerinin ırkçı zihniyetinden doğdu. Sadece Hitler Almanya’sı değil, hepsi ırkçıydılar. Batıda hümanizm akımı acaba durup dururken mi ortaya çıkmıştı?
Hümanizm, aslında insan olma yolunda sürdürülen bir çabadır: Ve özetle: «Biz ne zaman insan olacağız?» sorusuna cevap arayan bir felsefî akımdır.
Ünlü İngiliz şarkiyatçısı Nicholson: “Batı dünyası, henüz Mevlânâ’yı anlayacak idrak seviyesinde değildir. Çünkü o, hâlâ Firdevsî’nin eteklerinde dolaşıyor.” demişti.
Bilindiği gibi, Firdevsî, «Şehname» adlı eseriyle İran ırkçılığını ihya etmiş, daha doğrusu, hortlatmış olan bir Mecusî şairdir.
Avrupa Birliği, Avrupalı kavimlerin, millet olma yolunda attıkları ilk olumlu adımdır: Bu birlik, her iki dünya savaşından çıkarılan dersin ışığında ve Hıristiyan dininin gölgesinde, kavimler üstü bir millet, daha doğrusu bir ümmet oluşturma çabasıdır. Zaten bunu, kendileri de en yetkili ağızlardan ifade ediyorlar. Buna göre, Hazret-i İsa, yeryüzüne indi mi, inecek mi bilmiyorum. Ama inmediyse bile onun rûhu kanat açmış, bu birliğin üzerinde uçuyor. Sanırım Papa da böyle düşünüyor.
Vaktiyle Müslümanlar büyük millet ve güçlü ümmet idiler, Hıristiyanlar parça-bölük kavimlerdi. Şimdi onlar güçlü ümmet, Müslümanlar parça-bölük aşiret!
İnanç ve kültür değerleri üzerinde büyük milleti vücuda getiren ilk tarihî şahsiyet Hazret-i Muhammed’dir.
Diğer peygamberler mü’min-lerine: “Ey kavmim!” diye hitap ettikleri hâlde, Hazret-i Muhammed, «kavim» sözünü, mecbur kalmadıkça, hiç ağzına almadı. Konuşmalarına ekseriya: “Ey mü’minler!”, ya da: “Ey ashâbım!” diye başlardı.
Çok dikkat çekici bir üslûp özelliğidir ki, Kur’ân âyetlerinde de durum aynen böyledir. Diğer peygamberlerle ilgili âyetlerde kavim kelimesi çok sık geçtiği halde, Hazret-i Muhammed’le ilgili âyetlerde, «kavim» kelimesine rastlanmaz. Hemen belirtelim ki, bunda şaşılacak bir şey yok. Bilindiği gibi o peygamberler kavim gerçeğinin yaşandığı çağlarda ve yalnızca kendi kavimlerine gönderilmiş idiler. Oysa Hazret-i Peygamber, kavimler üstü büyük birliği yani millet-ümmet olgusunu gerçekleştirmek için gönderilmişti. Kendisine verilen ilahî görevin icabı olarak, kavimden söz etmesi gerekmiyordu. Onun görevi, kavimler üstü evrensel bir görevdi. Bu görev: “Biz Sen’i, âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107) ve: “Biz Sen’i, bütün insanlara, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe, 34/28) âyetlerinde açık ve kesin bir beyan ile ifade ediliyordu.
Söz konusu görev, gerçekten büyüktü: Bütün insanlar için rahmet olacak huzur ortamını hazırlamak; büyük birliğe, cihan barışına giden yolu açmak kolayca ve hemencecik olacak işlerden değildi. Önünde ciddî engeller vardı. Her şeyden önce, fanatik ırkçılık diye bildiğimiz aşiret taassubu buna engeldi ve önce onun ortadan kaldırılması gerekiyordu: Bu konuda halkın desteğine ihtiyaç vardı. Öyleyse hem varılmak istenen hedef hem de ona engel teşkil eden her şey herkesçe çok iyi bilinmeli ve açıkça ortaya konmalıydı. Kavmiyetçiliğin ne olduğunu soran bir gence: “Haksız olduğunu bile bile, kendi kabilene yardım etmendir.” dedi. O genç, bu sözden haklıdan yana olmak gerektiğini anlamıştı.
Yeni bir zihniyeti topluma mal etmek kolay değildi: Önce tek tek insanları sonra da kavim ve aşiretleri, Âlemlerin Rabbi olan tek Allah inancı etrafında birleştirmek ve aralarında kardeşlik bilincini pekiştirmek gerekiyordu.
Yeni dinin adı İslâm idi. İslâm demek, barış, huzur ve selâmet demekti. Hazret-i Peygamber; barışın bizâtihî iyilik olduğunu, buna herkesin inanması ve destek vermesi gerektiğini vurguluyordu: “Hepiniz, hep birlikte, bu barışa giriniz!” (Bakara, 2/208), “Barış iyiliktir.” (Nisâ, 4/128) gibi âyetleri, her vesileyle okuyordu. Daha önce gelmiş olan Kureyş Sûresi de barış içinde yaşamanın güzelliğine ve faydalarına dikkat çekiyordu. Birbirleriyle sürekli savaş yapan ve aralarında kan dâvâsı olan aşiretlerin bu çağrılara hemen uymaları beklenemezdi.
Yeni dinin öncelikli hedefi, topluma barış ve kardeşlik getirmekti. Yoksa şahsî anlamda, Allâh’a ibadet ve dua etmek için ortada zaten bir din vardı: Haniflik, Hazret-i İbrahim’den beri; namaz, oruç, hac ve kurban gibi ibadetleriyle ve bazı gelenekleriyle yaşıyordu. Fakat o dinin ferdî ilkeleriyle toplum barışını sağlamak, mümkün değildi. Yeni bir oluşum için yeni ve güçlü ilkelere ihtiyaç vardı.
Kur’ân, büyük barış için gerekli olan yeni ve cihanşümul ilkeler getirdi.
İnsanların kardeş olabilmeleri için, eşit olmaları, eşit haklara sahip olmaları gerekir. Çünkü ancak eşitler kardeş olabilir.
Öyleyse asâlete dayalı aristokrasi ortadan kalkmalıydı.
Güçlü bir toplum için, sağlam bir aile yapısı şarttır. Ailenin sağlam bir temele oturması da kadın-erkek arasındaki uçurumun giderilmesine bağlıydı. O tarihte kadınla erkek arasında akıl almaz bir dengesizlik vardı.
Öyleyse cahiliye devrinin kadını hor gören zihniyeti de yıkılmalıydı.
Ard arda gelen âyetler kadınların da erkekler gibi Âdem ile Havva’nın soyundan geldiğini bildiriyordu: Yeni din, daha önce, kadın haklarıyla ilgili olarak, hiç bilinmeyen yeni kurallar getiriyordu. Kadınlar da; baba, ana, kardeş ve ölen eşlerinden, tıpkı erkekler gibi, miras alabilecekler, mal-mülk edinebileceklerdi.
Kur’ân: «İnsanlar arasında, yaratılıştan gelen hiçbir ayrıcalık yoktur.» diyordu. Kölelik de kişi ve kavim üstünlüğü demek olan, asâlet iddiaları da hiçbir temele dayanmayan, mesnetsiz uydurmalardır. Allah katında, en değerli şey «takvâ»dır.
İnsanların eşit olduğunu bildiren âyetler, Mekke soylularını öfkeden çılgına çeviriyordu. Gelenekte kökleşmiş bu statüyü değiştirmeye yönelik bu ifadeleri kendileri için tehdit sayıyorlar ve asla kabul edilemez buluyorlardı. Hazret-i Peygamber için: “Bu adam, neyin peşinde? Bizden ne istiyor?” diyorlar, ondan kurtulmanın yollarını arıyorlardı: Kaç kere öldürmeye teşebbüs ettiler. Her defasında Allah O’nu korudu.
Oysa O, dünya nimeti peşinde değildi.
Ne şahsı için iktidar istiyordu, ne de ailesi için saltanat!
Zaten teklif edilen Mekke reisliğini de kabul etmemişti: “Bir elime güneşi, öbür elime de ayı verseniz, yine de yolumdan dönmem!” demişti.
Kendisine yapılan her türlü haksızlığa göğüs gerdi, direndi. Sabretti, sabır tavsiye etti. Fakat asla taviz vermedi…
O bir peygamberdi. Lâkin kendine kutsallık izâfe etmiyordu: “Ben de sizin gibi bir beşerim ve Ben, ancak Bana vahy olunana uyarım.” (Kehf , 18/110) diyordu. İnsanları mûcizelerle hayrete düşürüp kendisine hayran etmeye çalışmıyordu. İsteseydi çevresine bir hayranlar kitlesi toplayabilirdi. Fakat o, bunu yapmadı. İnsanların kendi akıl ve mantıklarıyla doğruyu bulmalarına çalıştı. İyi ve güzel olana, yürekten destek vermelerini (Leyl, 92/8) istedi.
Fakat Mekkeliler, hiçbir şekilde O’nu dinlemeye ve anlamaya yanaşmadılar. Ne yazık ki, Mekke döneminde bu konuda bir ilerleme elde edilemedi. Nihayet O da, diğer Müslümanlar gibi doğup-büyüdüğü şehri terk edip, Medine’ye hicret etti.
Büyük barışı gerçekleştirmek için, Medine’de daha elverişli bir cemiyet zemini bulduğu doğrudur. İlk iş olarak, Mekke’den gelen muhacirlerle ensar arasında «muâhat» denilen din kardeşliğini uyguladı: Her göçmen aileyi, bir yerli ailenin yanına verdi. Sonra da asırlardır birbiriyle kavgalı ve kan dâvâlı olan, Medine’nin iki büyük kabilesini; Evs ile Hazrec’i barıştırdı. Her iki kabilenin bazı ileri gelenleri, yeni Müslüman olmuşlardı. Yeni din, kardeşin kardeşe kin gütmesini kabul etmiyor, bunu yasaklıyordu. Bu yüzden, onları barıştırmak zor olmadı. Ayrıca Medine’de ve çevresinde yaşayan Yahudi aşiretleri vardı. Onlarla da birer barış antlaşması yaptı. Fakat onlar, sözlerinde durmadılar. Her defasında bir başka bahane uydurup, antlaşmayı sürekli ihlâl ettiler ve geçersiz kıldılar.
Hazret-i Peygamber, din kardeşliğine dayalı büyük barışı ve onun yararlarını, fikir olarak savunmakla kalmıyordu. Günlük hayatında, fiîlen yaşıyor ve yaşatıyordu: Zengin veya eşraftan diye kimseye, hattâ kendisine ve en yakınlarına bile imtiyaz tanımıyordu. Kendisini, ümmetinden farklı gösterecek her şeyden uzak duruyordu. Ashâbın en fakirleri arasında, onlarla iç içe ve onlardan biri olarak yaşıyordu. İsteseydi krallar gibi de yaşayabilirdi. Fakat hiçbir zaman, fakirlikten şikâyet etmiyordu. Bilakis: “Fakirlik benim övünç kaynağım.” diyordu, Çoğu zaman ashâbın evsiz, yersiz, garibanlarını evine alıyor, onlarla birlikte yemek yiyordu.
Yalnız mescitte değil çarşıda, pazarda, cenazede, düğünde ve dernekte, savaşta ve seferde, her yerde ümmetiyle beraber oluyordu.
Günde beş vakit okunan ezanlar ve cemaatle kılınan namazlar aynı semtte ikamet edenlere, hac ibadeti de uzak diyarlarda bulunanlara din kardeşliğini telkin edecek ve kardeşlik bilincinin gelişmesine, pekişmesine sürekli katkı sağlayacaktı.
Müslümanlık, bir buçuk asır içinde, üç kıtaya yayıldı: Kafkaslar’dan Hint Okyanusu’na, Çin Seddi’nden Atlas Okyanusu’na kadar genişledi. Kıbrıs, Malta gibi Akdeniz adaları ile İspanya’nın büyük bir kısmı, İslâm ülkesi hâline geldi.
Bakınız La Martine, Peygamber Efendimiz hakkında neler söylüyor:
“Eğer kullanılan imkânın küçüklüğü, başarılan işin büyüklüğü ve elde edilen sonucun genişliği insan dehâsının üç ölçüsü ise, modern tarihin hangi siyasî şahsiyeti, Muhammed’le kıyaslanabilir? Tarihin en önemli kişileri ya kılıçları ya kanunları ya da imparatorlukları ile ün kazanmışlar. Bir şey ortaya koymuşlarsa o, mutlaka maddî bir şey olmuş, çoğu zaman, kendilerinden önce yıkılıp gitmiştir. Muhammed, meskûn dünyanın üçte biri üzerinde orduları, kanunları ve imparatorlukları, kavimleri, hanedanları ve yüz milyonlarca insanı harekete geçirmiştir. Ayrıca fikirleri, ruhları ve inanışları da harekete geçirmiştir. Her harfi bir kanun hâline gelmiş olan bir kitap üzerine, çeşitli ırklara mensup, çeşitli dilleri konuşan kavimlerden meydana gelmiş olan rûhanî bir milliyet tesis etmiştir. Bu Müslüman milliyetçiliği için tespit etmiş olduğu zihniyetin hâkim karakteri, sahte ilâhlara karşı duyulan kin ile maddî olmayan, tek ve hakikî Allâh’a karşı duyulan sınırsız sevgi ve bağlılıktır.
Filozof, hatip, kanun koyucu, muharip, fikirler fatihi, rasyonel bir inancın, tasvirsiz bir dinin mimarı, yeryüzünde yirmiden fazla imparatorluğun ve onların hepsine hâkim olan bir tek mânevî imparatorluğun kurucusu…
İşte Muhammed budur. İnsanların büyüklüğünü ne ile ölçerlerse ölçsünler, dünyada hiçbir insan O’ndan daha büyük olamamıştır.” (Histoire de la Turquie’den)
La Martine’in bu sözleri, Hazret-i Muhammed’in tevazû içindeki büyüklüğünü, Müslümanlar üzerindeki, mânevî gücünü dile getiriyor. Oysa O’nun insan rûhu üzerindeki etkisi daha büyüktür. Hele aşiret taassubunu yani faşizmi ve fanatizmi yıkmada, kökleşmiş bâtıl inançları ve zihniyetleri değiştirmede gösterdiği maharet, O’nun asıl hayran olunacak yanıdır.
Renkleri, ırkları, dilleri hattâ din ve mezhepleri başka başka olan insanlar ve kavimler, birbirlerine selâm vermeyi; köylerde, şehirlerde barış içinde bir arada yaşamayı O’ndan öğrendiler, Ahlâk ve insanlık adına «dünyâ neye sâhipse O’nun vergisidir hep.»
Gayet tabiîdir ki, bunların hepsi Allâh’ın yardımı bir de O’nun görevini îfâ ederken gösterdiği dikkat, titizlik ve basiret sayesinde başarılmıştır.
Dinin, millî birliği meydana getiren ve ayakta tutan gücünü ve etkisini daha iyi görmek istiyorsak, bir de etrafımıza bakmalıyız. Yahudiler, iki bin sene, dünyanın her yanında küçük azınlıklar hâlinde yaşadılar. Vatanları da yoktu, dilleri de. Onları asimile olmaktan kurtarıp, bugünlere taşıyan kuvvet, dinleri ve dinlerine olan bağlılıklarıdır. Yunanistan’ı papazlar kurdular. Polonya, tarih boyunca kaç kere işgal gördü. Nihayet komünizmin işgalinden, kilisenin yardımıyla kurtuldu. İran’ın gücü, ne petrolünden ne de atom santralinden, dinine ve mezhebine bağlılığından.
Netice olarak: Milliyet duygusu, bir âidiyet duygusudur. İnsan, kendini hangi milletten hissediyorsa, o millettendir. Bu hissin kaynağı îman ve kültürdür. İnsanlar şu üç yerde, aynı milletten olmanın farkına ve bilincine varırlar:
Mabette, mezarlıkta ve nikâhta.
-Aynı mabette birlikte ibadet ediyorlarsa yani ibadet yerleri birse,
-Ölülerini aynı mezarlığa defnediyorlarsa yani mezarlıkları ayrı değilse,
-Birbirlerinden kız alıp veriyorlar ve bunda dinleri açısından bir sakınca görmüyorlarsa, aynı millettendirler.
İşte bu üç konudaki zihniyet birliği, başka hiçbir delile gerek kalmadan, onların aynı milletten olduklarını ortaya koyar.
İnsan yığınlarını millet yapan sihirli kuvvet, din ile kültürdür.
Her millet kendi kültüründen ibarettir.