Kamus ve Namus Meselesi

DURSUN GÜRLEK

Gazetecisinden bakanına, din görevlisinden sokaktaki vatandaşına, milletvekilinden öğretmenine kadar geniş bir kesim -ne yazık ki- Türkçeyi güzel kullanamıyorlar. Konuşurken kulak zevkimizi dumûra uğratıyorlar. Sadece bununla kalmayıp cehaletlerini de açığa vuruyorlar. Meselâ kültür dünyamızla ilgili kelimeleri ve kavramları birbirine karıştırıyorlar. «Evkaf» kelimesini, «efkaf» diye telâffuz eden vakıf mensuplarına rastlıyoruz. Çemberlitaş’ta, tarihî eserlerden birinin duvarındaki ilânda «kültür» kelimesinin «kultür», «tezhip» sözünün «tezhıp», «çini»nin ise, «cını» şeklinde yazıldığını görmüş, hayret etmekten kendimi alamamıştım. Ne yazık ki, bugün camilerde görev yapan birçok imam ve müezzin de Türkçeyi düzgün konuşamayan insanların kafilesine katılmış durumdalar. Mabetlerin girişinde bulunan ilânlar cehalet örnekleriyle, Türkçe yanlışlarıyla, imlâ hatalarıyla dolup taşıyor. İnsan bunları görünce fena halde şaşıyor. «Sûre» kelimesini «süre» diye yazanların sayısı büyük bir yekûna ulaşıyor. Ağzımızda, anamızın ak sütü gibi olması gereken ana lisanımıza kirli sözler bulaşıyor. Ortada Türkçe namına bir sürü «tilcik», «sözcük» dolaşıyor.
Bir gazetede şöyle bir haber okumuştum:
“Bizim ilk denizcimiz Caka Bey’dir. 1090 yılında donanma kurmuştur. Denizcilikle ilgili ilk kitap ise, İbrahim Müteferrika’nın: «Tüffetül Kibar fi Essafil Bihar» adlı eseridir.”
İşte size tam bir cehalet örneği. Bir kere kitabın doğru adı «Tuhfetü’l-Kibâr fî Esfari’l-Bihar»dır. Yazarı da İbrahim Müteferrika değil, meşhur bilginimiz Kâtip Çelebi’dir. Eser, hem Millî Eğitim Bakanlığı’nın klâsikleri arasında hem de Tercüman’ın «Binbir Temel Eser» serisi içinde yayımlanmıştır. Avrupalıların «Hacı Kalfa» veya «Hacı Halîfe» diye yücelttikleri bu büyük âlim mezarından başını kaldırıp, eserinin -hem de kendi torunları tarafından- yanlış telâffuz edildiğini görseydi, her hâlde kahrından ikinci bir defa ölürdü.
Yine günlük bir gazetede rastlamıştım. Anlı şanlı bir köşe yazarı «Düvel-i Muazzama» sözünü, «Düveli-i Muazzama», «muâsır» kelimesini ise «muassır» şeklinde kullanıyordu. Aslında ben böyle cahil köşe yazarlarıyla «muhatap» olmak istemiyorum. Ama onlar kendilerini sürekli «muhattab» kabul ettirmek için uğraşıyorlar. Bu yanlışlıklara «muhakkak» engel olmak icap ediyor. Yoksa başka türlü «muvaffak» olamayacağız.
Şimdi vereceğim örnek ise, ne yazık ki, bir Kültür Bakanı’na ait. Böyle fahiş bir hatayı görünce: “Bakanımız böyle vahim bir yanlışlık yaparsa, bakmayanımız kim bilir ne cehalet örnekleri sergiler.” diye söylenmekten kendimi alamadım. Efendim, bir gazeteci baktığı hâlde göremeyen bakana soruyor:
“–Yeni hazırlıklarınız var mı?” Bakan Bey şöyle cevap veriyor:
“–Büyük boy bir Kur’ân-ı Kerim hazırlatıyorum. Baskı için esas alınan hat, Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki Yakût el-Mu’tasım’ın hattıdır.”
Bir kere dünyaca meşhur bu hattatın adı «Mu’tasım» değil «Musta’sımî»dir. Hazret, tam bir yazı makinesi, mükemmel bir hattat olduğu için binden fazla Kur’ân-ı Kerim yazmıştır. Yeni bir yazı türü icat ettiğinden dolayı kendisine «Kıbletü’l- Küttab», yani «yazıcıların kıblesi» denilmiştir.
Rivayete göre Amasya’da doğmuştur… Kilisli Muallim Rıfat’ın tashihinden ve tertibinden geçerek neşredilen «Gülzar-ı Savab» isimli eserinde, Nefeszade İbrahim’in verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Yakut el-Musta’sımî, Abdülkâdir-i Geylanî Hazretleri’yle aynı asırda yaşamıştır. 180 yıllık bir ömür süren hazret, bu İslâm mutasavvıfı tarafından çok büyük bir saygı görmüştür. Kendisine bu muhabbetin sebebini sordukları zaman ilginç bir şey söylemiş: “Onun elinde Allâh’ın sırlarından bir sır vardır!” buyurmuştur.
İşte böyle meşhur ve mâruf bir hattatın ne yazık ki biz ismini bile doğru dürüst telâffuz edemiyoruz. Ne diyelim hat başka, halt başka…
Gelelim asıl konumuza, üzülerek ifade edelim ki, telâffuz hatası yapanların, düzgün cümlelerle ifade-i meram edemeyenlerin arasında öğretmenleri de görüyoruz. İstanbul ilçelerinden birindeki Millî Eğitim Müdürlüğü’ne gitmiştim. İşimin görülmesi için bir müddet beklemem gerekiyordu. Derken şube müdürlerinden biri, yanındaki öğretmenle konuşuyordu. İster istemez sözlerine kulak misafiri oldum. Şube müdürü biraz da sesinin tonunu yükselterek şunları söyledi:
“Hocam, lütfen dikkat ediniz! Siz «muzûki» öğretmenisiniz. Sahanızın dışına çıkmamanız gerekir ilh…” Evet efendim, koskoca bir şube müdürü «mûsıkî» kelimesini, «muzûki» şeklinde telâffuz ediyordu. İçimden: “Be adam, mademki «mûsıkî» sözünün hakkını veremiyorsun bari «müzik»leştir de öyle söyle!” dedim. Benimki de muziplik işte…
Yine böyle garip manzaralardan biriyle, bir öğretmenin öğrencileriyle konuşması sırasında karşılaştım. Yılların eğitimcisi olan bu arkadaş, sözüm ona, talebelere nasihat veriyor:
“Çocuklar Türk kültürünün dinamitlerini çok iyi tanımamız gerekir!” diyordu. Belli ki öğretmenimiz «dinamik»le «dinamit»i karıştırıyordu. İstidrat kabilinden belirtmek isterim ki, Türkçenin nasıl dinamitlendiğini anlatmak için, en az birkaç cilt eserin yazılması gerekir. Geçelim…
Dilimiz bozuldukça, kulak zevkimiz de ihlâl ediliyor. Yalan yanlış cümlelerle, yerli yersiz kullanılan kelimelerle (sözcüklerle) işitme cihazlarımız adeta dumûra uğratılıyor. Merhum üstadımız Necip Fazıl, ıkıntılı sıkıntılı ve de takıntılı seslerden ve sözlerden -elbette ki haklı olarak – hiç ama hiç hoşlanmaz: “Ben konuşmaktan değil, dinlemekten yorulurum!” derdi. İtiraf edelim ki, bizim de imlâsız, itinasız ve intizamsız yazılardan gözlerimiz, insicamsız sözlerden ise kulaklarımız fena hâlde rahatsız oluyor.
Türkçe yanlışlarımıza dair verilen misaller, hiç şüphe yok ki saymakla bitmez. Ama müsaade ederseniz, ben bir örnek daha vereyim:
«Delâlet» kelimesiyle «dalâlet» sözü sık sık karıştırıldığı gibi, «rakîb»de yanlışlıkla «râkib» diye «a» harfi uzatılarak telâffuz ediliyor. Ayrıca belirteyim ki birinci kelimedeki «k» kalın sesli, ikincisindeki «k» ise ince seslidir. Muhatabından bahsederken: “O benim râkibim değil!” diyen şahıs aslında: “O benim binicim değil!” diyor da farkında olmuyor.
Evet efendim, biz bu memlekette «veliaht»ı, «velihat» diye telâffuz eden başbakanlar bile gördük. Kur’ân tefsirinden «tesvir» diye söz eden, büyük (!) yayıncılara rastladık. Tek kelime Osmanlıca bilmediği halde sahhaflığa soyunan kitapçılara şâhit olduk. Daha neler neler…
Bir zamanlar Tercüman Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyordum. Tabiî ki yazılarımda sık sık tashihlere rastlıyordum. Osmanlı bilginlerinden Faik Reşat Bey’in «Eslâf» isimli kitabından bahsettiğim bir yazımda bu kelime «esnaf» diye çıkmıştı. Belli ki dizgici, böyle bir kelime duymadığı yahut bilmediği için «Eslâf»ı «esnaf» yapmıştı. İnsaf yahu!.. Başka bir makalemde geçen «esef» sözü de, «efes!» diye yayımlanmıştı. Ve bu durum karşısında ben tabiî ki çok esef etmiştim. Maalesef durum böyle…
Necip Fazıl’ın eşinin ölüm ilânını -hem de dindar bir kesimin- gazetesinde okumuş, «Merhum Üstad Necip Fazıl’ın kerîmesi Neslihan Hanım vefat etmiştir.» cümlesiyle karşılaşınca fena hâlde şaşırmıştım. Çünkü vefat eden Necip Fazıl’ın «kerimesi» yani kızı değil, «zevcesi» yani hanımı idi.
Şurası bir gerçek ki, eskiden bu kadar Türkçe hatası yapılmıyor, bu derece cehalet örnekleri sergilenmiyor, insanın kulak zevkini bozan telâffuz yanlışlıklarına günümüzde olduğu gibi çok fazla rastlanmıyordu. Çünkü Türkçe sevgisi, gramer bilgisi, yazar ilgisi, dil namusu ve tabiî ki Şemseddin Sâmî’nin «Kāmus»u az-çok hükmünü sürdürüyordu.
Unutmayalım ki, kāmus, namustur!..