Benim Bir Karıncaya Ulu Nazarım Vardır

Ayla AĞABEGÜM

Küresel ısınma bütün dünyada ciddî iklim değişikliklerine sebep olmaya başladı. Türkiye, küresel ısınmadan en çok zarar görecek ülkeler arasında yer alıyor. 2007 yılı yazında yüzyılın en sıcak günleri yaşanacak. UV (ultraviyole/mor ötesi) ışınlarıyla ilgili uyarılar gündeme geliyor, cilt kanseri oranının artacağı düşünülüyor, susuz bir yaz bekleniyor.” haberlerini basından üzülerek takip ediyoruz. Doymayan insan nefsinin geldiği son nokta…
Abdülhak Hâmid’in Eşber piyesinde; İskender, zafer sarhoşluğu içinde Aristo’ya sorar, zaferin açıklanmasını istemektedir. Aristo, haris bir nefsin muzafferiyeti karşısında «zafer veya hiç» cevabını verir. Aristo yaşasaydı medeniyetin geldiği son noktada aynı düşünceyi tekrar ederdi: «Zafer veya hiç».
Dünyayı veya Türkiye’yi idare edenlerin: «Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.» diyen Yunus Emre’nin rahle-i tedrisinden geçmesi gerekecektir;
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin,
Yâ nice okumaktır.

Okumaktan murat ne?
Kişi Hakk’ı bilmektir.
Çün okudun bilmezsin,
Hâ bir kuru emektir.

Yunus Emre der hoca:
Gerekse bin var hacca,
Hepisinden iyice,
Bir gönüle girmektir.
diye bize seslenen Yunus Emre’yi anlayabilseydik, Türkiye’yi çöl hâline getirip, yaz günlerinde bir damla suya muhtaç duruma gelir miydik?
Kâinatın bir dengesi vardır, bu dengeyi ehil olmayan eller nefsanî arzularla bozmaya çalışırsa, dünya çöle döner. «Arılar ölüyor, neden öldüğü de bilinmiyor. Bir süre sonra yalnız balsız kalmayacağız, diğer bitkilerin tohumları da boşuna ekilmiş olacak.” Bio temizlik konusunda bir yazı okumuştum. Batı, patates böceğini ısırgan yaprağı suyuyla öldürüyor, ya da o böceği yiyen kuşları buluyor. Kokarcaların nesli tükenirse, ağaç tırtılları ağaçları kurutur…
Hâlâ göllerde, nehirlerde bütün canlılar ölüyor, fabrikalar atık maddelerini akıtmaya devam ediyor…
Mesele tehlikeleri saymak değil, tehlikelerle beraber çareleri, tedbirleri düşünmektir.
Nahl Sûresi 90’ıncı âyette: “Şüphesiz ki Allah; adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” buyurulur.
Nahl Sûresi 68 ve 69’uncu âyetlerde de şöyle buyurulur: “Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolay kıldığı yollara gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.”
Biz ne yaptık, çok kazanmak için önce arılara şekerli şerbet verdik, bununla da yetinmedik, daha fazla mahsul almak için kendi tohumlarımızı bıraktık, yabancı ülkelerden genleriyle oynanmış tohumları alıp ektik, hormonlu sebze ve meyveler yetiştirdik. Ormanlarımızı, bahçelerimizi târumar ederek yazlıklar yaptık ve oralarda kısa bir süre oturarak zevk almak üzere tabiatın dengesini bozduk. Şehirlerdeki bahçeli evleri yıkarak, bahçesiz beton binalara insanları hapsettik. Sonra orman arazilerine, ağaçlı bölgelere villalar yaptık, bir kesim mutlu olsun diye diğer insanların boğulmalarına göz yumduk. “Benim sadık yârim kara topraktır…” diyen toprak âşığı Âşık Veysel’in şiirlerinin gençler ve çocuklar tarafından öğrenilmesine çaba sarfetmek yerine;
İç bâde, güzel sev var ise akl u şuûrun,
Dünyâ var imiş yâ ki yoğ olmuş ne umûrun
türünden şarkılar öğrettik. Bir diğer taraftan da vatan toprağının önemini, bayrağın, ahlâkın, dilin hayatımızdaki yerini şarkılarla, şiirlerle, hikâyelerle anlatamadık. Sonra menfaat bezirgânları en güzel sahillerimizi, plânsız-projesiz taş binalarla doldurdular veya en güzel bölgelerimizi yabancılara satmak için halkı ikna ettiler.
Nahl Sûresi’nde yüce Rabbimiz bize bir görev veriyor: «Düşünmek». Düşünürken taraf tutmayacağız, adaletli olacağız ve iyilik yapmak için çalışacağız. Allah için ve Allah yolunda iyilik yapmak için düşünürsek doğru yolu bulabiliriz. Bu yolda yanlışlar yaparken bizi uyaranların olması gerekir veya biz, yanlıştan korunmak için, menfaat için yanımızda olanlar değil, hiçbir menfaat gözetmeden bize gönlünü açanlar aramalıyız. Onlar ortalarda dolaşmazlar, çok konuşmazlar, arayıp bulmamız gerekir. Bulamazsak, hayatta olmasalar bile bize eserleriyle yön verirler.
Doymayan nefislerin tabiatı katletmesine karşı Muhyiddîn-i Arabî: “Maddî hayata meyledenler için hayat, deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler…” Bir başka bölümde de: “Ağaçları koru ve ihya et.” demektedir. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: “Elinde bir hurma fidanı varsa, kıyâmet kopuyor olsa da onu hemen dik!” buyuruyorlar.
Yıllar önce Bolu’nun eski Teberükler köyünü gezerken gözlerim yaşarmış ve Jean Giono’nun bir hikâyesini hatırlamıştım. Yemyeşil ağaçlarla dolu bir köy, dolaşırken kendinizi cennette sanıyorsunuz. Köylü yavaş yavaş şehre göçmüş, son kalan aile büyüğü nine gitmemekte ısrar eder, dinletemez. Herkes; «İş kurdum.» diyerek; «Çocuk okutuyorum.» diyerek ayrılır. Bütün kış nine tek başınadır. Bayram gelir, çocuklar ve torunlar bayram için köy evinde toplanırlar, nine o gece rûhunu teslim eder. Bu yaşanan hikâye, Türk köylüsünün dramıdır. Sorumlusu; tarıma, hayvancılığa değer vermeyen yöneticilerdir. Nine ise boyun eğmeyen, inançlı Türk kadınının sembolüdür. Köy halkı daha sonra yazlıklar yaparak, köye yakın bir yere gelmektedir. Eski köydeki evler ve ağaçlar terkedilmişliğin hüznünü yaşamaktadır. Kim bilir daha nice köyler, nasıl terk edildi. Hikâye ve romanlarımıza, filmlerimize konu olmalıdır.
Jean Giono’nun hikâyesinde; kahramanımız Alplerin Fransa tarafında herkes tarafından bilinmeyen bir bölgesinde seyahat ederken, suyu biter. Su bulmak için yola koyulur, harap ve terk edilmiş evler ona bir zamanlar oralarda su bulunduğu hissini verir, beş saatlik bir yürüyüşten sonra bir çoban kulübesine gelir.
Çoban az konuşan biridir, en yakın köye bir buçuk gün yürüyerek varılacağını söylerken, bir taraftan önündeki meşe palamutlarını seçmeye devam eder. Çobanın yanında birkaç gün misafir kalır. Gün boyunca çoban toprağa meşe palamudu dikmeye devam eder. Sevdiği karısının ve oğlunun vefatından sonra buralara yerleşmiştir. Kaldığı yerdeki toprakların ağaçsızlık yüzünden ölmeye yüz tuttuğu düşüncesindedir. Bu yıla kadar diktiği meşe palamudu sayısı yüz bini bulmuştur. Yirmi bine yakın tohum filiz vermiştir, hesaba göre yarısı telef olsa, on bin ağaç yetişecektir. Otuz yıl sonra burada muazzam bir orman olacaktır.
Çoban: «Allah, ömür verirse, diktiğim ağaçların yanında dikeceklerim denizde bir damla su gibidir.» der. Aradan beş yıl geçer, savaş olup bitmiştir. Kahramanımız ağaçları merak eder, çobanı ziyarete gelir. Muazzam bir ormanla karşılaşır. Çoban sürüsünü azaltıp üç koyuna düşürmüştür, çünkü sürüdeki koyunlar genç fidanları yemektedir. Bölge ağaçlanınca terkedilmiş evlerin bulunduğu yerlerde sular tekrar akmaya başlamıştır. Kendine ait bile olmayan arazide ağaç dikerek yaşayan çoban 82 yaşına gelince, huzur evine yerleşir ve huzurlu bir şekilde hayata gözlerini yumar.
Yaz gelmeden su israfına «dur!» demek için bir plân yapalım, bir damla su israfı bile küresel ısınmaya sebep olabilir. Bulaşıklarımızı varsa bulaşık makinesinde yıkayalım. Sebzeleri su dolu bir leğende yıkayarak bu suyu çiçeklerimize verelim veya banyoda sifonu çekmeden, sebze ve meyveleri yıkadığımız suları kullanalım. Hesap edilmiş; dişlerimizi fırçalarken, bir tabak çalkalarken kullanmadığımız hâlde açık bıraktığımız musluktan giden su yılda ortalama 12 ton. Beş dakikalık bir duşta 60 litre su harcanıyor. Dört kişilik bir ailede duş süresi bir dakika kısalırsa, yılda 18 ton tasarruf ediliyor. Bu hesapları halkımıza yazılı ve görüntülü basın anlatmakta yardımcı olmalıdır. Vatanını seven zenginlerimiz, mesajlı reklâmlara yönelmelidir.
Gözlerimizi yumalım, mazeret kapılarımızı kapayalım, suçlu olarak yalnız kendimizi görelim, o zaman düşünülenleri hareket hâline getirebiliriz. İşitmek istediklerimizi değil, işitmek istemediklerimizi duymaya ve hissetmeye çalışalım. Hayatta hiçbir şey bizim değildir.
“Irmakta abdest alırken bile suyu dikkatli kullanınız.” diyen Peygamber Efendimiz, hayatımızdaki ayrıntıların, alışkanlıkların bir eğitim sonucu hayatımızda yer alacağını anlatmak ister. Irmakta su bitmez ama bir alışkanlık yavaş yavaş hayatımızdan çıkar.
İsraf ettiğimiz kâğıtları düşünelim, yılda kaç ağacı katlediyoruz. Samanlı kâğıtlar yerine, bir kelime not almak için kullandığımız beyaz kâğıtlar. Belediyelerimize bakınız, halk için diyerek en lüks kâğıtlarla bir defa okunmak için basılan bültenler, kullanılan lüks zarflar; vakıflarımızın, derneklerimizin hayır için koşarken, dikkat etmedikleri ayrıntılardaki israf; İslâmî kavramları hatırlatan isimler koyarak açtığımız lokantalarda yapılan israf; dolu dolu tabaklardan bir kaşık alınarak çöpe atılan yemekler… Sonra da bunları, “Yiyiniz, içiniz; israf etmeyiniz.” (el-A’raf, 31) emrini düşünmeden övünerek anlatan bizler… Çare her emri hayatımıza geçirmek…