Lâdinî (Profane) Şiir mi, Hüsniyat Şiiri mi?

Ahmet SEVGİ

Bilindiği üzere Fuat KÖPRÜLÜ (1890-1966) bizde batılı anlamda Türk edebiyatı tarihçiliğinin kurucusudur. Geniş bilgisi ve yorulmak bilmez çalışkanlığı ile genç yaşta ilim çevrelerinin dikkatini çeken bu müstesna kabiliyet, özellikle Türk edebiyatı alanındaki eserleriyle adını ölümsüzleştirmiştir. Bugün Türk edebiyatı tarihi hakkında yazılıp söylenenlerin birçoğu -doğru veya yanlış- onun tespitleridir. Biz bu makalemizde ilk defa Fuat KÖPRÜLÜ tarafından kullanılan ve zamanla yaygınlık kazanarak günümüzde «İslâm Ansiklopedisi»ne (TDVİA c. 9, s. 393) bile giren «lâdinî (profane) şiir» tabirinin yanlışlığı üzerinde durarak, doğrusunun ne olması gerektiğine dair kanaatlerimizi sunmak istiyoruz.
Fuat KÖPRÜLÜ, 2 Aralık 1926’da çıkmaya başlayan Hayat mecmuasının 1’inci sayısına Hoca Dehhânî ile ilgili yazdığı bir makalede şöyle der:
“Bu gazellerde [Dehhânî’nin gazelleri] göze çarpan diğer mühim bir nokta da, bunlarda tasavvuf tesirine hemen hiç tesadüf edilmemesidir ki, bu nokta-i nazardan «Dehhânî»yi «lâdinî» bir şair saymak hiç de yanlış değildir.”1
Fuat KÖPRÜLÜ aynı yıl neşrettiği Türk Edebiyatı Tarihi’nde de şunları söyler: “Bizans saraylarının eğlencelerine hiç bîgâne olmayan Selçukî hükümdarları ve ümerâsı, daima şaraplı ve sazlı eğlence meclisleri kurmaktan geri durmazlardı. Moğol tahakkümü altında şüphesiz daha ziyade kuvvetlenen bu cereyan, on üçüncü asır esnâsında Selçukî saraylarında, işte bu hayatı terennüm eden -Acem edebiyatından muktebes ve yüksek sınıfa mahsus- bir «lâdinî şiir» tarzı doğurmuştur ki, tamamıyla «sanat» gayesini istihdâf eden bu yeni nev’in ilk mümessili olarak şair «Hoca Dehhânî»yi tanıyoruz. […] «Dehhânî»nin eserlerinde daha mühim ve câlib-i dikkat olan nokta, tasavvuf tesirine hemen hiç tesadüf edilmemesi, yani onların tamamen «lâdinî» bir ruhla yazılmış olmasıdır.” 2
Köprülü’nün Divan Edebiyatı Antolojisi’nde de aynı görüşler tekrarlanmıştır: “XIII. asırda, Acem edebiyatı tesiri altında Anadolu’da «lâdinî: profane» klâsik Türk şiirinin de başladığını görüyoruz. Bu asırda Anadolu’nun büyük merkezlerinde geniş ve serbest bir zevk ve sefahat hayatı inkişaf etmiş, yüksek sınıflar arasında mûsıkîye, şaraba, şiire inhimak artmıştı. Bizans saraylarının eğlencelerine bîgâne olmayan Selçukî hükümdarları ve ümerâsı, daima şaraplı ve sazlı eğlence meclisleri kuruyorlardı. Moğol tahakkümü altında daha kuvvetlenen bu cereyan, zühdî ve didaktik temayüllere bîgâne, aşkı ve şarabı terennüm eden ve bediî bir gaye takip eyleyen bir şiir tarzı doğurdu ki, bunun ilk mümessili olarak şair Hoca Dehhânî’yi tanıyoruz.” 3
Görüldüğü gibi Köprülü, dinî-tasavvufî şiirlerin dışında kalan klâsik Türk şiirini «lâdinî: profane» (din dışı, dinle ilgisi bulunmayan) terimiyle karşılamakta ve bu tarz şiirin ilk temsilcisinin de Hoca Dehhânî olduğunu söylemektedir.
Hoca Dehhânî’nin kaçıncı asırda yaşadığı yahut -Köprülü’nün tabiriyle- «lâdinî şiir»in ilk temsilcisinin kim olduğu tartışmalarını bir kenara bırakarak doğrudan «lâdinî (profane) şiir» meselesine girmek istiyoruz.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Fuat Köprülü’nün, Hoca Dehhânî’den «lâdinî şiir»e örnek olarak verdiği iki gazelden -makalenin hacmini kabartmamak için- birini ele alalım:
Sabr eyle gönül derdüne dermân ire umma
Cân atma oda bîhude cânân ire umma
Gözün sadefinden nice dürdâne dökersin
Şol dişi güher dudağı mercân ire umma
Gül vaslı dilersen ko bu feryâdı i bülbül
Gül-gonce gibi ağzı gülistân ire umma
İnceldise hecr ile karınca gibi bilün
Firkat nice bir ola Süleymân ire umma
Ya‘kûb bigi hüzn ile katlan bir iki gün
Bir gün haber-i Yûsuf-ı Ken‘ân ire umma
Feryâd u figân itme i bülbül dahı ağzun
Yum gonce gibi yine gülistân ire umma
Maksûdı anun kim ele düşvâr irişir
Yırtma yakanı elüne âsân ire umma
Ağyâr elinden sana şol yâr iremez
Aşkâr ola bir gün [gele] pinhân ire umma
Bu resme ki Dehhânî durur şem‘ gibi zâr
Başdan ayağa ‘ömrine pâyân ire umma.4
Bu gazele bütün olarak bakıldığında dinî yahut tasavvufî bir şiir olmadığı açıkça görülür. Köprülü’nün de dediği gibi bu şiir, sanat gayesiyle yazılmıştır. Ancak, sanat endişesiyle yazılan şiirlerde dinî unsurlar yer almaz diye bir kural yoktur. Aksine din, güzel sanatların ana kaynaklarından birini teşkil eder. Diğer taraftan, yukarıdaki gazelde geçen “Süleyman, Yakup, hüzün, Yûsuf-i Ken‘ân” gibi kelimeler ve tedâîleri bu şiirin tamamen din dışı olmadığını gösterir.
Ayrıca, klâsik Türk şiirini «lâdinî: Profane» olarak vasıflandırırsanız bu tarzın en büyük temsilcisi olan Bâkî’ye -ve daha nicelerine- de «lâdinî şair» demeniz gerekir ki şeyhülislâm olmak için çırpınan bir şahsa bu sıfatı lâyık görmek doğru olmasa gerek.
Peki, Fuat Köprülü’nün «lâdinî» diye nitelendirdiği şiire ne ad vermeliyiz?
XVI. yüzyıl şairlerimizden Merdümî’nin Tuhfetü’l-İslâm isimli eserinde şöyle bir beyit geçer:
Nice şi‘rün var ol da hüsniyyât
Kanı ya Tanrıya yarar kelimât.5
Dikkat edilirse burada şair: «Hüsniyata dair çok şiirim var. Ama Allah katında makbul sayılacak (dinî-didaktik) şiirim yok.» diyor. Ve sonra «hüsniyat» adını verdiği şiirinin vasıflarını şöyle sıralıyor:
Nice bir vasf-ı ‘ârız u hat-ı yâr
Ola her dem dilünde leyl ü nehâr
Nice bir fikr-i kâkül-i hûbân
Olısar gerdenünde bâr-ı girân
Seni fikr-i leb ü hat-ı cânân
Gâh sermest ider gehî hayrân.6
Merdümî’nin «hüsniyat şiiri» dediği ve vasıflarını saydığı şiirlerinden bir örnek (gazel) sunarak meseleyi biraz daha aydınlatmaya çalışalım:
Şehâ ya tâk-ı Kisrâdan nişândur ol iki ebrû
Yahud dîvâr-ı hüsne nerdübândur ol iki ebrû
Bana dest-i kazâ ile atılmış tîrdür gamzen
Çekilmiş dest-i kudretle kemândur ol iki ebrû
Şehâ hıfz itmege gencîne-i hüsnün tılısm ile
Kurulmış iki tîg-ı cân-sitândur ol iki ebrû
Biri birine baş ursa ‘aceb mi küştigîr-âsâ
Melâhat ‘arsasında pehlevândur ol iki ebrû
Nola ser-defter-i hûbân yazılsa Merdümî ol şeh
Berât-ı hüsnüne anun nişândur ol iki ebrû. 7
Gerek bu gazel, gerekse Tuhfetü’l-İslâm’dan aktardığımız yukarıdaki beyitler, Köprülü’nün «lâdinî» diye adlandırdığı şiire Merdümî’nin «hüsniyat (güzellikler) şiiri» dediğini göstermektedir. Kanaatimizce doğru olan da budur. Zira erbabınca malûm olduğu üzere, dinî ve tasavvufî şiirler dışında, sanat gayesiyle kaleme alınan şiirlerde -özellikle de gazellerde- esas olan «güzel tasvir» ve «güzeli tasvir»dir. Şairler bu tasvirleri yaparlarken -başta din olmak üzere- «insan»ı ilgilendiren hiçbir şeye bîgâne kalmamışlardır. Ayrıca, çoğunluğu medreseden yetişen bu şairlerin şiirlerinde dinî unsurların yer almaması zaten düşünülemez. Binaenaleyh, söz konusu şiire «lâdinî» demek uygun düşmez.
Kısacası, klâsik Türk şiiri hiçbir zaman dinin dışında kalmamıştır. Öyle veya böyle bu şiir muhakkak dinî bir unsur taşır. Dolayısıyla onu «lâdinî» olarak vasıflandırmak doğru değildir. Gayeleri sanat yani «güzel tasvir» ve «güzeli tasvir» olan şairlerin şiirlerine verilecek en uygun ad her hâlde «hüsniyat (güzellikler) şiiri» olmalıdır.

* S. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.
1 Köprülüzade Mehmet Fuat, «Selçukîler Devrinde Anadolu Şairleri: HOCA DEHHÂNλ, Hayat, Ankara 1926, c. 1, Sayı: 1, s. 5.
2 Köprülüzade Mehmet Fuat, Türk Edebiyatı Tarihi, Millî Matba‘a, İst. 1926, s. 318-319.
3 Prof. Dr. Köprülüzade Mehmet Fuat, Divan Edebiyatı Antolojisi, Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, İst. 1935, s. 6-7.
4 Köprülüzade Mehmet Fuat, agm, s. 5.
5 Merdümî, Tuhfetü’l-İslâm, Haz. Yard. Doç. Dr. Ahmet SEVGİ, Konya 1993, s. 47.
6 age, s.47.
7 age, s. 27.