Röportaj – Fetih Medeniyetinin Lisanı DÜNYA DİLİ TÜRKÇE

Kemal YAVUZ Kimdir?
1947 tarihinde Konya-Küçükkarapınar’da doğdu. Adiller İlkokulu’nu, Ermenek Ortaokulu’nu ve Konya Erkek Lisesi’ni bitirdi. 1971’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. 1973 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’ne Osmanlıca asistanı olarak tayin edildi. 1977’de doktor unvanını aldı. 1978’de Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde asistan oldu. Yabancı dilini geliştirmek üzere 1981-1982 yılında Fransa’ya gitti. 1982’de yardımcı doçent ve 1983’te doçent oldu. 1984’te Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kadrolu doçent olarak atandı ve bu tarihten, 25 Ağustos 1986 tarihine kadar Türk Dili Anabilim Dalı Başkanlığı’nda bulundu.

Bu arada 1982-1984 yılları arasında Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi’nde Türk Dili ve Osmanlıca derslerini yürüttü. 1986 İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı’na naklen tayin edildi. 1989 yılında Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı’nda profesörlüğe yükseltildi. 18 Eylül 1989 tarihinde Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanlığı’na getirildi. Ayrıca, 1989-1996 yılları arasında Türk Halk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanlığı’nı da yürüttü. Hâlen Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanlığını sürdürmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.

Lise ve üniversite ders kitapları hâricindeki kitapları şunlardır:

Reşat Nuri GÜNTEKİN’in Tiyatro ile İlgili Makaleleri; Mesnevi-i Murâdiye (Muînî Çevirisi); Şeyhoğlu, Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ; Mecâlisü’n-Nefâyis (Hüseyin AYAN, Efrasiyap GEMALMAZ, Recep TOPARLI, Gönül AYAN ve Yavuz AKPINAR’la birlikte); Örneklerle XX. Asır Azerbaycan Edebiyatı, Mir Celal Firidun HÜSEYİNOV (Yard. Doç. Dr. Erol ÜLGEN ile birlikte); Garib-nâme (4 cilt metin, günümüz Türkçesine aktarımı ve tıpkıbasım); Âşık Paşazade, Tevârîh-i Âl-i Osman (Prof. Dr. Yekta SARAÇ ile birlikte).

Yüzakı: Efendim, tarihten bu yana Türkçemiz pek çok bâdire atlatmış. Hepsinden de güçlü çıkmayı başarmış. Bugün de büyük bir problem içerisindeyiz. Her taraf yabancı dilde levhalarla dolu. Bu noktada Türk dilinin tarihî gelişiminde diğer dillerle irtibatı nasıl gerçekleşmiştir?

Kemal YAVUZ: Aslında bir dilin diğer dillerle münasebet ve etkileşim içinde oluşu, bir noktaya kadar normal ve kaçınılmaz bir durumdur. Nitekim Türkçenin diğer dillerle olan irtibatı da çok eski devirlere dayanır. Meselâ VIII. yüzyılda yazılmış olan Orhun Âbideleri’ne baktığımızda Türkçenin yanında Çinceyi görüyoruz. Âbidelerin bir tarafı Türkçe, bir tarafı Çincedir.

Türklerin İslâmiyet’i kabul etmesinden sonraki devre baktığımızda ise Türkçenin artık Arapça ve Farsçayla paralel geldiğini görmekteyiz. Zaten Türkler için mensup oldukları dinin kelimelerini de almak mecburî bir durumdu. Tabiî ki bu durum Türkçe için bir zenginlik ve dirilik unsuru olmuştur.

Yaşadığınız hayatın unsurları zenginleştikçe, yani etrafınızdaki eşyalar ve mefhumlar çeşitlilik arz etmeye başladıkça, kelime varlığınız da gelişmek durumundadır. Türklerin İslâm dini ve kültürüyle karşılaştıktan ve Müslüman olduktan sonra dillerinde de böyle bir değişim yaşanmıştır. Meselâ «kalem» kelimesi… Türkçede kalem var mıydı? Yazılı kültürün yaygınlaşmadığı bir millet olan Türkler, yazmak fiili için «bitimek» kelimesini kullanıyorlardı, ancak kalemi bilmiyoruz. Kalemi, yazılı kültürle birlikte biz Araplardan almışız. Ancak her aldığımız kelimeyi kendi zevkimize ve millî bünyemize göre işlemişizdir. Üç dili farklı terkiplerle yoğurmuşuzdur. Meselâ «hâlbuki» kelimesini alalım, ne Arapçadır, ne Farsçadır. Bu, tamamen bizim millî dil zekâmızın ürünü olan bir kelimedir. «Hâl» Arapçadan, «bu» Türkçeden, «ki»yi de Farsçadan almış, yeni bir kelime ortaya çıkarmışız.

Arapça ve Farsçanın Türkler arasında çabuk yaygınlaşmasının sebeplerinden biri de kullanılan alfabenin yazım kolaylığıydı. Bu sebepten Selçuklular ve Gazneliler başta olmak üzere birçok Türk devleti bu dilleri gerek resmî yazışmalarda gerekse eser telifinde çok kullanmıştır. Ancak Karahanlılarda Türkçe eserler yazılması yönünde bir gayret görmekteyiz.

Yazıcıoğlu Ali’nin Selçuk-nâme diye bir eseri var. Topkapı Sarayı’nda Revan Kütüphanesi 1390 numarada kayıtlı bir eser… Buradan öğrendiğimize göre Karamanoğlu Mehmed Bey 1276 yılında Konya Sarayı’nı ele geçirmiş ve Siyavuş diye bir kişiyi tahta oturtmuştur. Tahta geçirdikten sonra Selçuklu Dîvânı’nı tutmuş ve artık devlet dili olarak Türkçeyi ortaya koymuştur.

O zamana kadar Selçuklu’da ilim dili Arapça idi, resmî kitâbet ise Farsça yapılıyordu. Fakat ferman «Bundan sonra dîvanda, dergâhta, bargâhta Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.» demiştir.

Bu ferman Selçuklu Dîvânı’nın fermanıdır. Ama fikir babası Karamanoğlu Mehmed Bey’dir. Karamanoğlu Mehmed Bey, bu fermanı yayınladıktan sonra, daha doğrusu dîvanda bu ferman okunduktan sonra kendisi Siyavuş’un veziri olup, altı ay vezirlik yapmıştır. Vezirliğe geçer geçmez:

«Defterler dahı Türkçe yazılacaktır.» diye emretmiş ve Türk yazı dilini başlatmıştır.

Sultan Veled, Farsça yazarken artık Türkçe şiirler de yazmaya başlamıştır. Yunus hiç Farsçaya bulaşmadan en güzel şekliyle Türkçeyi gönül dili yapmıştır. Tarihte Karamanoğlu’nun büyüklüğü işte bu: «Defterler dahı Türkçe yazılacaktır.» sözünden kaynaklanır. Bu söz Anadolu’da Türk yazı dilinin de başlangıcı olmuştur.

Bundan sonra bütün beylikler kendi kültür merkezlerinde hep faaliyetlerini Türkçe üzerine bina etmeye başlamışlardır. Germiyanoğulları Beyliği en çok kültür faaliyetlerinin olduğu bir merkezdir. Bakıyorsunuz Germiyan Beyliği’nde birçok eser tercüme edilmiştir. Daha da ötesi var. Germiyan Beyliği’nin bir taş vakfiyesi bulunmaktadır. Kütahya’ya giderseniz, caminin avlusunda görürsünüz onu. Orhun âbideleri gibi, 2-3 metre boyunda bir taş. Eski harflerle ve Türkçe yazılmış bir vakfiye…

Bu devirden sonra şairlerde artık, Türkçecilik fikri ortaya çıkmış. Gülşehrî, Mantıku’t-Tayr’ında Türkçe meselesine geldiğinde: “Ben bu Türkî dili hiç unutmam, hep bu dille yazacağım, Türkçeden güzel dil yoktur.” diyor.

Daha sonra meselâ Âşık Paşa:

Kamu dilde var idi zabt-ı usûl

Bunlara düşmüş idi cümle ukûl.

diyor. Âşık Paşa böylece 1330 senesinde yani Karamanoğlu’ndan yaklaşık 50 sene sonra Türkçe için bir gramer fikri ortaya koymuştur.

Karamanoğlu Mehmed Bey’in büyüklüğünü burada arayacağız. Bugün: «levhalar dahî Türkçe yazılmalıdır» ibaresini onun paralelinde söylemek lâzım.

Türkçe için gayret etmek lâzım. Bazı şairlerimiz var ki, bakıyorsunuz, Farsların içindedir. Diyelim ki Ali Şir Nevâî (v. 1501), Molla Câmî ile beraber karşımıza çıkıyor, kendi diline sahip çıkmasını biliyor, Farsça da yazıyor, hattâ Molla Câmî şiirlerini Ali Şir Nevâî’ye göstermeden dîvânına bile koymuyor, böyle bir şahsiyet. Zaten ikisi; birisi Fars’ın, birisi Türklüğün 15-16. yüzyıla geçişteki temsilcileri.

Ali Şir Nevâî Türkçeyi biliyor, diyor ki:

“Türkçe, Farsçaya pek çok yönden üstündür. Türkçenin yatkınlığı, inceliği, genişliği herkes tarafından bilinmiyordu. Türkçenin bu durumu gizli kalmıştı. Belki bir tarafa bırakılıp, unutulacaktı. Gençliğimin ilk yıllarında şiir söylemeye başladım. Fakat bunları yazıya geçiremiyordum. Lâkin gönül denizinden kopup geçen inciler, dalgıca benzeyen yaratılışımın gayretiyle alış sahiline kadar ulaştı. Belli şartlara göre gelişip, serpildi.

Düşünme yaşına gelince yüce Allah bana kendimi bilme ve ince zevke ulaşma şuuru verdi. Böylece Türkçe üzerinde düşünmeye başladım. Ondaki nimet ve süslü gök, dokuz felekten daha fazla olarak gözlerimin önüne serildi.

Türkçenin gül bahçesine baktım, güllerinin güneşten parlak olduğunu gördüm. Oraya kimse girmemişti. Lâkin gül bahçesinin dikenleri çok kanatıcı ve hadsiz-hesapsızdı. Kendime gelip: «Niçin bizim güzelliğe meyleden akıllı kimselerimiz bu güzelim bahçeden nasiplerini almadan geçip gidiyorlar?» diye düşündüm. Sonra dikenler yüzünden şiir ehlinin deste deste gül koparmadan geçip gittikleri gönlümden geçti.

Bu yolda gayrete geldim. Korkusuzdum, seyrine doyamadığım böyle bir güzelliği bırakıp gitmeye râzı olamadım, tabiatımın atını, bu güzel âlemin göklerinde koşturarak Türkçe şiirler söyledim. O gökyüzü boşluğunda hayalimin kuşu uçabildikçe uçtu. O hazineden gönül sarrafı sayısız inci ve mücevherler aldı. O kokular saçılan gül bahçesinden gönlüm deste deste güller ve yaseminler topladı. En sonunda Türkçenin eli zamane insanlarına açılmaya ve başlarına ister-istemez inciler saçılmaya başladı…”

Görüyorsunuz yani bir şeye gönül verirseniz muvaffak olursunuz. Bu kimselerde dil sevdası vardı.

Yüzakı: Efendim, Karamanoğlu Mehmed Bey’in Türkçe hususundaki bu tavrı diğer hükümdarlarda mâkes bulmuş mudur?

Kemal YAVUZ: Karamanoğlu Mehmed Bey’in bu tavsiyesi diğer hükümdarlar tarafından da karşılık görmüştür, benimsenmiştir.

Meselâ; II. Murad ince bir zevkle tercümeleri bile kontrol ettirmiş yahut kendisi etmiş, tercümesini beğenmediği eserleri bir başkasına vererek: «Bunu sen tekrar tercüme edeceksin.» demiştir.

Sultan II. Bayezid, İbn-i Kemal’den çok açık, anlaşılır bir Osmanlı tarihi yazmasını istemiştir. Bütün bu faaliyetler Karamanoğlu Mehmed Bey’in emrine bağlanabilir.

Yüzakı: Hocam buradaki açık, anlaşılır ifadesini nasıl anlamalıyız. Bugün açık, anlaşılır olsun diyerek sığ bir dil kullanmak telkin ediliyor. «Millet anlasın» yaklaşımını dili boğmaya yönelik kullanıyorlar.

Kemal YAVUZ: O zaman dil, zevksiz olur. Tabiîlikten sapınca zaten dilin güzelliğine eremezsiniz. Denizin kıyısında yarım metre derinlikte yüzülmez. Türkçenin derinlik ve enginliğini korumak lâzım.

Türkçe, Karamanoğlu Mehmed Bey’in fermanından ve Fatih devrinden sonra II. Bayezid ve Kanunî devrinde artık dünya dili olmuştur.

Yüzakı: Yani Türkçenin gelişmesi, büyümesi millet ve devleti de büyütmüştür, diyorsunuz?

Kemal YAVUZ: Evet. Tamamen öyle. Türkçe o dönemlerde dünyaya yayılmış, bütün dünyayı gölgesi altına almıştır.

İsterseniz bakın, Tunuslu Hacı Ahmed’e şöyle bir bakalım. Tunuslu Hacı Ahmed Türk değil. Hayatı hakkında pek bilgimiz yok. Ama coğrafya ile ilgili bir risale yazmış. Bunu Kanunî’nin oğlu Şehzade Bayezid için hazırlamış. Asıl önemli mesele ise şu:

Osmanlı ülkesinin uzak bir yerinde de olsa Tunuslu Hacı Ahmed’in Türkçeye bakışı çok mühim. O, eserini yazdığı dil olan Türkçe için diyor ki:

«Türkçe, dünya dilidir.»

Türkçe için bir yabancının hükmü budur artık. Hakikaten o zaman Türkçe bir dünya diliydi.

O zaman bütün devletler Osmanlı’ya Türkçe yazıyorlardı. İngiltere Osmanlı’ya yazarken Türkçe yazıyordu. Osmanlı da Amerika’ya yazarken yine Türkçe yazıyordu. İngiltere’ye yazarken Türkçe yazıyordu.

Yüzakı: Peki, modernite ile yüzleşmemiz neticesinde Türk dilinin yaşadığı değişim ne yönde olmuştur?

Kemal YAVUZ: Türk dilinin XIX. yüzyıldan sonraki kaderine baktığımız zaman batıya dönük bir yolda ilerleme görmekteyiz. Bu defa Türk toplumunun içine yavaş yavaş Fransızca girmiştir. Özellikle Tanzimat devri romanları, içinde fazlasıyla Fransızca kelime barındıran romanlardır. «Araba Sevdası»ndan tutun da daha pek çok roman, Fransızcadan gelen kelimelere kucak açtı. Tabiî daha sonra Fransızcanın yerini yine aynı medeniyet dairesinden olan İngilizce almıştır. Bugüne geldiğimiz zaman artık hâdisenin sokağa sıçramış olduğunu görmekteyiz.

Bu durum, insanımıza kendi dil şuurumuzu yeterince veremediğimizi göstermektedir. Bu noktada şu gerçeğe vurgu yapmak istiyorum: Türkçe konuşmak başka bir şey, Türkçe bilmek başka bir şeydir. Türkçe bilmek için Türkçenin tarihini, gramer yapısını her yönüyle iç ve dış tarihini bilmek gerekir. Bunları öğrenmeye azmetmek için de dil meselesinin ne kadar ciddî ve hayatî bir mesele olduğunun şuuruna varabilmemiz lâzım. Bu noktada devletin bazı kurumlarının bile gerekli hassasiyeti göstermediğini teessüfle görmekteyiz. Bazı devlet müesseseleri ilânlarını bile İngilizce yaptırırlar. Bu çok acı verici bir durum… Hem Türk insanına bir şey ilân ediyorsun hem de bunu İngilizce yapıyorsun. Olacak şey değil!..

Dil alanında yapılan bütün bu uygulamalar kesinlikle masum uygulamalar değildir. Bu derinden ve ileriye dönük bir şekilde Türkçeye ve dolayısıyla da Türk kültürüne çok büyük bir darbedir. Çok plânlı bir şekilde kendi dilimiz bize unutturulmaya çalışılmaktadır.

Ancak bütün bu teşebbüslere rağmen çok şükür, Türkçe hiçbir zaman mağlûp olmuş bir dil değildir. Onun Allah’tan gelen bir kudreti vardır.

Yüzakı: Peki sadeleştirme çalışmaları, dilimiz üzerinde nasıl bir tesire sahip olmuştur?

Kemal YAVUZ: Sadeleştirme, maalesef tamamen bir sahteleştirme faaliyeti şeklinde icraya dönüşmüştür. Bu, özellikle ilmî mevzulardaki sadeleştirme teşebbüsleri mevzuunda çok acı verici bir durumdur.

Ama batıya baktığımızda onların Lâtinceye ve Grekçeye ilmî gerekçelerle sıkı sıkı sarıldığını görmekteyiz. Çünkü onlar ilim dilidir ve hiçbir zaman ondan vazgeçmezler. İngiliz olsun, Fransız olsun, Alman olsun, İtalyan olsun…

İlmî terimler, her bir ilmin erbabı tarafından yüzyıllar boyu tartışılıp, derinleştirilip ortaya konulmuş kelimelerdir. Bir ilimde derinleşmek, o ilmin terimlerinin derinliklerine inmek anlamına gelir. Bu noktada dilin sadeleştirilmesi demek, dilin derinliğini ortadan kaldırmak demektir. Lisanındaki derinliği kaybeden millet ise düşünce derinliğini kaybeder.

Bu noktada yapılan yanlışlar Türkçeyi ve Türk insanını her zaman çıkmaza sokmuştur. Dünden beri sadeleştirme adı altında dile yapılan müdahaleler hakikaten üzücü. Güzel Türkçe atılıyor, anlaşılmaz bir şekil ortaya çıkıyor. Bu yanlışı Atatürk de fark etmiş ve yapılan hatadan dönme yolunda adım atmıştır. Malûm olduğu üzere:

Atatürk, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni kurmuş 12 Temmuz 1932’de. Bu cemiyetin tüzük taslağını da kendisi hazırlamış. 26 Eylül – 6 Ekim 1932 tarihlerinde Birinci Türk Dil Kurultayı’nı Dolmabahçe Sarayı’nda toplamış. Dilde tasfiye taraftarlarının görüşü ağır basmış. Atatürk bu görüşe de yabancı kalmamış ve destek vermiş. Ama yazılanlar anlaşılmaz bir şekle girmiş. Böylece Atatürk’ün başlattığı dil seferberliği çıkmaza girmiş.

Bundan sonrasını da Falih Rıfkı’dan dinleyelim:

Atatürk, bir müddet dilde en aşırı özleştirme denemelerinde bile bulunmaktan çekinmedi. Bu deneme devri kendini de bizi de ister istemez bir çıkmaza doğru götürdü. Fakat «şey» kelimesini dahî Türkçe olmadığı için kullanmama aşırılığı bir daha Osmanlıcaya dönülmek imkânlarını bir hayal olarak ortadan kaldırmıştır. Bu dar özleştirme sıkıntıları içinde, bir gün arkadaşlarımdan birine bir nutuk söylettiğini hatırlıyorum. İçinde hiç yabancı kelime kullanılmayacaktı. Ayağa kalktı. Nutuk sanki kekelemeden ibaretti. Kendisine dedim: «Sanki iç Asya’dan gelen biri size derdini anlatmaya çalışıyor ama derdi nedir, galiba hiçbirimiz öğrenemedik.» Güldü. Sonra yalnız olduğumuz bir gün:

“Çocuğum beni dinle.” dedi. “Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Bir çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakırlar mı? Bırakmazlar. Biz de çıkmazdan kurtarma şerefini başkalarına bırakamayız.”

Sözünü böyle bitiriyor. Yani tekrar eskiye dönmek mecburiyetinde kalıyor. Çünkü denemiş. En başta onun tecrübeleri var. Görüyorsunuz. Türkçe bu. Hâlâ bu meselede yanlışta ısrar edecekse insanlar kasıtlıdırlar ve gerçekten Türkçenin düşmanıdırlar.

Yüzakı: Bu noktada Türkçe eğitimi nasıl olmalıdır?

Kemal YAVUZ: Bu, her şeyden önce bir eğitim meselesidir. Fakat bu noktada bizim eğitim sistemimiz vahim bir hâldedir. Okumaya yönelik bazı gayretler varsa da henüz yerli yerince rayına oturmuş bir okuma alışkanlığı oluşmamıştır.

Dil eğitimi, uzun zamana yayılması gereken bir eğitimdir. Hiç kimseye ilk anda 15 bin kelime haznesine sahip bir romanı okutamazsınız. Ama, o kişiye ilkokulda meselâ 500 kelimelik bir kitap okutmakla başlayıp, eğitimin ilerleyen dönemlerinde bunu artırabilir ve nihayet üniversite çağına gelmiş bir kişiye rahatlıkla 15 bin kelimelik kitapları okutabilirsiniz.

Meselâ ben Âşık Paşa merhumun Garib-nâme isimli eserini fakültedeki arkadaşların hemen hepsine verdim. Ama hâlâ: «Falan beyit nerede?» diye gelip bana soruyorlar. «Yahu, ben size eseri verdim, niye okumuyorsunuz?» Yani üniversite hocası da okumuyor. Bir okuyun tenkit edin, ben ne yapmışım? Doğru yaptığım bir şey varsa bırakın, yanlışlarımı söyleyin, diyorum.

Bir kutunun karşısına geçiyorsunuz. Karşınızda size 500 kelime ile anlatıyor. Vaktinizi zâyî ediyorsunuz. Düşünemiyorsunuz. Başkalarının düşündüğünü kullanmaya çalışıyorsunuz. Bu hayattan bu milleti kurtarırsanız, okumaya yöneltirseniz, okuma zevkini ona aşılarsanız, yazma zevki gelirse, o şevk onda görülürse herhâlde Türkçenin büyük sanatkârları yetişirse yine Türkçe büyük devlet dili olur.

Yüzakı: Okuma hususunda neler söylersiniz. Kelime sayısı gözeterek plânlama önemlidir, değil mi?

Kemal YAVUZ: Evet, her şey eğitimden geçer. Faraza ilköğretimde 3000 kelime, lisede 10 bin kelime, üniversitede 15 bin kelime, akademik çalışmalarda 40 bin kelime ile yetiştirilen bir genç, bambaşka bir ufka ve geniş dünya görüşüne sahip olur. Onun yapabileceği üretim ve verimliliği siz tasavvur edin. Eğer bunu bu şekle getirmezseniz, hep ona îzah eder, alt seviyelere düşmeye çalışırsanız, ona ihânet etmiş olursunuz. Adamın düşüncesini de elinden alırsınız, görüşünü de elinden alırsınız. Olmaz. Kademe kademe, yürüye yürüye bizim bunları tamamlamamız lâzım.

Yüzakı: Buna Türkçede bir fetih hareketi diyebilir miyiz? İstanbul’u almış Fatih, bir mühür vurmuş. Ardından Süleymaniye’yi dikmişiz. Bugün Türkçenin de bir fütuhata çıkması lâzım. Caddeleri Türkçe fethetmeli yeniden, bu mânâda yorumlayabilir miyiz biraz?

Kemal YAVUZ: Elbette. Bu, Karamanoğlu Mehmed Bey’in sözüyle olmalı. Fetih hâdisesi meselesini ele aldığımız zaman bugün İngiliz’in sözlüğüne bakın, Fransızcanın sözlüğüne bakın. Yoğurdu benden almış, başıbozuğu benden almış. Adamlar imparatorluk düşüncesiyle hareket etmişler. Her yerin kelimelerini de almış sözlüğüne katmışlar. Türkçe VIII. yüzyılda devlet dili olduğu zaman İngilizce de yoktu. Fransızca da yoktu, İtalyanca da yoktu, Rusça da yoktu. Bunlar ancak XIII. yüzyıldan sonra yeni yeni dil olacaklar. Yani Karamanoğlu Mehmed Bey’in fermanı sıralarında henüz sıfırlar, hiçbir şeyleri yok. Ama bunlar istilâcı bir düşünceyle başkalarının kelimelerini kendilerine kata kata dillerini büyütmüşlerdir. Kendi gramer yapılarına, söz zevklerine göre geliştirmişler, dillerini yükseltmişlerdir. Türkçe de aynı güce sahipti, fakat dildeki tasfiyecilik Türkçeyi bu hâle getirdi. Tabiî bu durum, Türkçenin çok aleyhine olmuştur. İnsanımız düşünemez hâle gelmiştir.

Yüzakı: Dilde yeniden bir fetih açılımı yapmak gerekli o hâlde.

Kemal YAVUZ: Şuurlu bir şekilde onu yapmak lâzımdır. Meselâ levhalardan şikâyet ettik. Bugün bazı şuurlu belediye başkanları var ki, dükkânın ismi Türkçe değilse ruhsat vermiyor. Karaman, Kırşehir, Aksaray Belediyeleri böyle. Demek ki gönüllerde var. İnşallah bu yavaş yavaş artarak devam edecek.

Aksi hâlde Türkçesini kaybettiğimiz insanı kaybederiz. Yabancı ülkeye giden Türk işçilerde Türkçe kalmamışsa Türklük de kalmıyor, dil de kalmıyor, din de kalmıyor, tarih de kalmıyor. Kalmaz da. Zaten mânevî havayı taşıyan dildir. Ezan kelimesini bildiremiyorsan bir millete artık dinden bahsedemezsin.

Yüzakı: Hocam anlıyoruz ki bir millet din, dil ve tarih üzerinde durur. Türkçe burada temel harç. O zaman hocam Türkçe ve kimlik meselesi üzerinde neler söylemek gerekir?

Kemal YAVUZ: Her şeyden önce dil, bir anlaşma vasıtası. Kimlik. Bir kimsenin kendisini Türkçede hissetmesi hâdisesi. Kendini Türkçede hissetmiyorsa adam sahip çıkmayacak demektir.

Dünyada en çok dil şuuru olan milletler Avrupalılardır. Bir Alman, İngilizce de bilir Fransızca da bilir. Ama siz onunla Almanya sınırları içinde Almanca konuşmazsanız işinizi yapmaz. Bir Fransız da aynı şekildedir, bir İngiliz de aynı şekildedir.

Buna göre bugün Türkçenin kimliğine sahip çıkmak yahut onu kimliğimiz olarak görmek, önemli bir meseledir…

Maalesef yabancı dillerle eğitim meselesi çıktı karşımıza. Bakın Avrupa Birliği ülkelerine ne yapıyor? Eğer onların mekteplerinde Türkçe varsa siz de onların dilini koyun. Yoksa siz de koymayın. Yahut devlet-millet kendi ihtiyacı kadar yabancı dil bilen insan yetiştiriyorsa ve buna muhtaçsa onu yapalım. Bir ihtiyaç oranı vardır. Onu bileceksiniz bitecek. Turist rehberi bilsin. Ama sıradan herkesin İngilizce konuşmayı bilmesi gerekmiyor. Gerekiyor derseniz, toplumu kültür sömürgesi altına atıyorsunuz demektir. Bütün ilimler faraza Türkçe olsaydı, acaba İngilizler, toplumlarının her ferdine Türkçe öğretme gayreti içinde olurlar mıydı?

Yüzakı: Hocam, bir de Türk devletleri ve Türkçeye bakışlarını ele alsak.

Kemal YAVUZ: Türk devletleri ve Türkçeye bakış meselesini ele aldığımız zaman, Türklerin son yüz yılda geçirdiği bâdireleri de gözden geçirmemiz lâzım. Hakikaten son yüz yılda özellikle Rusya’nın Türklük âlemine bilhassa Türk diline vurduğu çok büyük darbe var. Her şeyden önce yüz sene içinde, Komünist Rusya’nın tek dil olan Türkçeyi 18 dil hâline getirmesi var.

Bugün Türk dilleri diye bir terim-kavram var. Biz bunu kabul edemeyiz. Çünkü İngilizcenin konuşulduğu ülkeler arasında da farklılıklar var ama İngiliz dilleri diye bir kavram yok.

Ruslar niye yaptı? Türk dil birliğinin parçalanması Ruslar’ın lehine idi. Bugün de lehine.

Bizdeki uydurmacıların ihâneti de onlarla beraberdir. Niye derseniz bugün ben «mektep» kelimesiyle Türkiye hudutlarının dışına çıktığım zaman bütün Türk kavimlerinin hepsiyle anlaşıyorum ama «okul» dediğim zaman dış Türklerden hiç kimse beni anlamıyor. Okul, Türkiye hudutlarından dışarı çıkmaz. Ama «mekteb»i Âzerî bilir, Özbek bilir, Kazak bilir, Türkmen bilir, Uygur bilir, Kırgız bilir.

Demek ki çok sinsi bir şekilde bu uydurmacılığın Rusya tarafından Türkiye’ye empoze edildiği de açık. İç ve dıştaki niyeti kötü kimselerin yaptığı bir şeydir bu.

Rahmetli hocam Muharrem ERGİN yazmıştır. Bizim radyomuz bu uydurma dil ile yayın yapıyordu daha önce. Azerbaycan’a yaptığımız seferlerde adamlar soruyor: «Sizi anlıyoruz, ama radyonuzu, televizyonunuzu anlayamıyoruz, bu nasıl şey?»

Gaspıralı İsmail Türkçedeki birliği korumayı çok önemsemişti. İstanbul Türkçesini bütün Türklük âlemine yaymak gayesiyle Tercüman Gazetesi’ni çıkarmış ve her tarafa Tercüman Gazetesi’ni ulaştırmıştır. Rusya bunda çok büyük bir tehlike görmüş ve kapatmıştır.

Gaspıralı zamanında, İstanbul Türkçesi eski harflerle yazıldığı zaman Kazakistan’da da okunurdu, Türkmenistan’da da, Azerbaycan’da da… Ama Ruslar bütün bunların karşısında parçalama, Türk dil birliğini yok etme için yeni desiseler kurmuşlardır.

İlminski diye bir papazları vardı. Türkologtur. Türkçeyi de gayet iyi bilir. Ne yapmıştır bu adam? Şu teklifleri getirmiştir:

Azerbaycan Bakü ağzıyla burası bir dil olsun. Türkmenistan, Aşkabat şurası-burası bir dil olsun. Kırgızistan bir dil. Her yerde ayrı bir dil. Özbekistan ayrı. Mahallî bölgelerde ayrı ayrı gazeteler çıkarmaya başlamışlardır. Çıkan gazeteler kendi bölgelerinin ağızlarıyla konuştukları için diğer bölgeleri hesaba katmamışlardır. Genel durumu değil mahallî ve dar durumu düşünmüşlerdir. Dolayısıyla Türkçe yüz senede yahut -Rusya’nın dağılışını ele aldığımız zaman- seksen senelik bir zamanda bu şekilde parça parça yazı dillerine bölünmüştür. Bu da Türkçenin aleyhine olmuştur.

Düşünün Erzurum’u bir dil yap, Denizli’yi bir dil yap, Konya’yı bir dil yap, İstanbul’u bir dil yap, Trabzon’u bir dil yap; yüz sene de birbirleriyle görüştürme, aynı şey ortaya çıkar. Bir de bizim içteki insanlarımızın ortak kelimelerini, Arapçaydı Farsçaydı diyerek attıklarını düşün. Türk âlemiyle ortak kullandığımız kelimeleri attıklarını düşün, bu durumda Türkiye Türkleriyle de anlaşamaz olmuşlardır.

Bugün bunları toparlamak gerekir. Dil şuuruyla hareket edersek, meseleleri ele alırsak, onlarda da, bizlerde de bu işin farkına varırsak, düşmanın bize yapmak istediği oyunları görürsek, durum düzelir. Bu da Türkçenin herhâlde selâmeti için büyük şeydir.

Almancadan, Fransızcadan alacağımız kelimeleri Özbek, Kazak ve Azeri kardeşlerimizden alsak fena mı olur? Türkiye Türkçesinin içinde bunu görebiliriz. Tayyare kelimesini biz bırakmışız ama diğerleri kullanıyor.

Yüzakı: Hocam, son olarak söyleyeceğiniz neler var?

Kemal YAVUZ: Türkçenin her zaman dostuyum. Türkçenin çekilmediği yer her zaman vatandır. Bu Suriye de olabilir. Kırım da olabilir. Kırgızistan da olabilir. Doğu Türkistan da olabilir. Hepsi kardeştir. Dil vatanımız çok geniştir, gerçekten 16 milyon kilometre karelik bir alanda Türkçe dünyada beşinci dil olarak konuşulmaktadır. Benim isteğim her Türkçe konuşanın en az bir batılı kadar diline sahip çıkması.

Batılıdan daha da ileri, çünkü batılının bir zengin tarihi bile yoktur.

Fransız’ın tarihine baktığınız zaman benim Erzurum Ulu Cami’mden daha küçüktür. Amerika’nın yaşına baksan Süleymaniye’den daha küçüktür. Çok çok küçüktür. Biz bu şuurla Türkçeye sahip çıkmalıyız.

Yüzakı: Hocam çok teşekkür ederiz.

Kemal YAVUZ: Ben de teşekkür ederim, Yüzakı Dergisi’ne başarılar diliyorum. Hayırlara vesile olsun.