Kurtuba’nın Acısını İstanbul Unutturdu

DOÇ. DR. AHMET KAVAS

Müslümanlar; dinlerini Arap Yarımadası’nın tamamında kısa zamanda yaydıktan sonra buranın dışındaki coğrafyalarda da yeni fetih hareketlerindeki başarılarıyla coşkunluklarının zirvesine çıktılar. Artık Akdeniz havzası, Kafkaslar, Orta Asya, Hint alt kıtası ve Afrika sahilleri toplumlarından milyonlarca insan İslâm ile müşerref olmuştu. Öyle ki Hazret-i Muhammed’e ilk vahyin gelişinin yüzüncü yılında Avrupa’nın en batısında yer alan Güney İspanya bile bu halkaya dâhil edildi.

711 yılında Avrupa’nın bu köşesinde başlatılan teşebbüs, basit bir fetih değil, aslında insanlık tarihinde benzerine ender rastlanan bir medeniyetin doğuşunun habercisiydi. Dalga dalga büyük bir heyecanla güney batı Avrupa’yı saran bu yayılma ile Hıristiyanlık ve Yahudilik farklı bir iklimdeki insanlarla daha buluşuyordu.

Yüce Allâh’ın eşref-i mahlûkat olarak vasıflandırdığı bu varlık, yaratılışındaki kavgacı vasfı yanında diğer varlıklar içinde ona asıl kıymetini veren birlikte yaşamanın zevkini asırlar içinde bu coğrafyada oldukça içten ve samimî olarak tadacaktı. Belki de bir gün kaybolacağı bu bölgede kurulacak tarih sahnesinin arkasında unutulmaz eserler bırakıp gidecekti. Nitekim öyle de oldu. Dokuz asır süren Endülüs vadilerindeki kimi zaman neşeli, kimi zaman kederli, ama sonucu itibarıyla çok acıklı bu macera, Gırnata’daki el-Hamrâ Sarayı’nın duvarlarındaki taşlara nakşedilen ve silinemeyecek kadar sağlam: «Lâ gālibe illâllah: Allah’tan başka gālip yoktur» ifadesiyle insanlığa unutulmaz bir iz bıraktı.

Bağnazlığın, ilim-irfan karşısındaki zayıf yapısının herhangi bir ihmal karşısında her şeyi yok edebilecek kadar acımasız olduğunun bâriz örneği Endülüs’ün düşüşünde yaşandı. 711 yılında doğup tam dokuz asır boyunca önce filizlenen, ardından gelişip serpilen ve ismini tarihe altın harflerle yazdıran Endülüs İslâm medeniyeti, dünyada benzerine çok az rastlanan bir kin ve intikamın kurbanı olarak 1609 yılında son ferlerini de kaybederek söndü. Endülüs, parladığı dönemde nasıl göz kamaştırmışsa yok olurken de o kadar gözyaşı dökülmesine sebep oldu.

Kurtuba düştüğünde, İslâm dünyasının en büyük mabedlerinden biri olan Kurtuba Camii’nin sadece ezanları susturulmadı. O, bir katedrale dönüştürülerek artık çan seslerine ev sahipliği yapmaya başladı. İslâm dünyası bu değişimden dolayı büyük bir yasa bürünmüştü. Bundan böyle Müslümanları ancak Endülüs’ün muâdili konumundaki Hıristiyanlığın önemli bir bölgesini fethetmek rahatlatabilirdi. Bir taraftan bu beklenti devam ederken diğer taraftan Endülüs’ün diğer bölgeleri de Müslümanların ayaklarının altından yaklaşık dört asır boyunca kayıp gidecekti.

İSTANBUL FETHİ YENİ BİR İSLÂM MEDENİYETİ’Nİ DOĞURDU

29 Mayıs 1453 tarihi sadece İstanbul’un fethinin gerçekleştiği gün değildi. Bütün Müslümanların kalbini sevince boğan bir fetih günüydü. Kurtuba Camii minaresinde ve Endülüs’teki diğer binlerce minarelerde susturulan ezan sesleri artık Ayasofya’da ve yeni inşa edilen İstanbul camilerinin minarelerinde yankılanacaktı.

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u almakla aslında sadece Müslümanlar’ın değil diğer dinlere mensup on binlerce insanın da kalbini kazanacaktı. İspanya’nın zindana dönüştüğü ve insanların engizisyona tâbî tutulduğu yıllarda İstanbul’un fethi bir umut ışığı oldu. Sadece fetih sonrası şehirde kalan gayr-i müslimler değil taşradan da on binlerce Hıristiyan ve Yahudi İstanbul’a akın etti. Tabiî ki burayı bir İslâm şehri olarak görmek için asırlardır büyük bir beklenti içinde gözetleyen Müslümanlar da burayı yurt edinmeye başladılar.

Fetih tamamlanınca asırlardır büyük saldırılara maruz kalan İstanbul’un harap hâldeki vaziyeti bütün vahametiyle ortaya çıktı. Yorgun, yaralı ve bitmiş bir şehirdi. Onun Türkler’in eline geçmesi yeniden hayat bulup dirilmesiyle aynı mânâya geliyordu. Endülüs harap olurken, İstanbul harap hâlinden kurtuluyor ve diriliyordu. Endülüs Hıristiyanlaşırken, İstanbul İslâmlaşıyordu. Endülüs’ün Hıristiyanlaşması bütün Kuzey Afrika’ya korku verirken İstanbul’un fethi yakın gelecekte umutların yeniden yeşereceğinin işaretlerini veriyordu.

Fatih Sultan Mehmed 1453-1481 yılları arasında İstanbul’a bir İslâm şehri hüviyetini kazandıracak bütün adımları attı. Bu şehirde yaşayan yerli halka her türlü ibadet etme hürriyeti dâhil bütün haklarını verirken buraya yerleştirdiği Müslüman halkın da ebediyen burayı yurt edinmesini sağladı. Endülüs’te İslâm susturulurken İstanbul’da Hıristiyanlık ve Yahudiliğe hayat hakkı verildiği için bugün bile bu dinlere mensup topluluklarıyla Müslüman ahalî iç içe yaşamaktadır. Endülüs’teki bütün İslâm eserleri tahrip edilirken, İstanbul’un belli-başlı tarihî eserleri hâlâ dimdik ayaktadır.

İslâm kimliği İstanbul’a, onu fetheden padişah olan Fatih Sultan Mehmed döneminde nakşedildi. Fetihten sonra geçen 28 yılda yetmişe yakın camii, otuzun üzerinde mescit, onlarca medrese, türbe, tekke, zaviye ve dergâh, çeşme, han ve hamam inşa edildi. Bunlar şehrin yeni kimliğinin en kalıcı izleri oldular. Çarşıları ve pazarlarıyla, eski ve yeni sarayıyla İstanbul artık yeni hüviyetini elde etmişti. 65.000 ile 80.000 arasında hesap edilen nüfusunun yarıdan fazlası Müslümandı. Kendisinden sonra Osmanlı’nın başına geçecek vârislerine düşen, bu kimliğin daha da belirgin hâle getirilmesiydi. Nitekim oğlu İkinci Bayezid döneminde İstanbul artık tam mânâsıyla bir Türk-İslâm şehri oldu. Yavuz Sultan Selim çok kısa geçen saltanat yıllarında Osmanlı’yı merkezi kadar çevresinde de güçlü kılan mücadelelere girişti ve hepsinden başarıyla çıktı. Artık doğuda ve güneyde devleti sıkıntıya sokacak engel kalmadı. Daha da önemlisi Mısır, bütün Kızıldeniz havzası, Arap Yarımadası, hattâ İspanyollar’ın Endülüs’ten sonra göz diktikleri Kuzey Afrika sahilleri Osmanlı’nın birer parçası oldular. Artık İstanbul merkezli Osmanlı devleti üç kıtaya hükmeden bir dünya gücüne dönüşmüştü.

Kanunî Sultan Süleyman kendisine «muhteşem» dedirtmeyi hak edecek atılımlarıyla İstanbul’u İslâm dünyasının kalbi, daha da önemlisi beyni hâline getirdi. XV. yüzyılda payitaht merkezini görmeye gelen seyyahların sayısı onlarla ifade edilirken XVI. yüzyılda artık yüzlerce Avrupalı seyyah bu şehre akın etmeye başladı. Büyük bir çoğunluğu Ayasofya Camii’ne takılıp kalırken çok azı yeni yapılan İslâm mabedlerini hayranlıkla tasvir etmişti. Ancak büyük bir çoğunluğu haklı olarak bir tespitte bulunmaktan da kendilerini alamıyorlardı. Yok oldu, bitti diye düşündükleri İstanbul, fetihten sonra muazzam bir gelişme göstermiş ve âdeta yeniden doğmuştu. Öyle ki dünyadaki bütün şehirler yok olabilirdi, ama insanlık var oldukça İstanbul da yaşamaya devam edecekti.

Avrupalılar tarafından itiraf edildiği üzere XV. yüzyılda Fatih Sultan Mehmed’in başlattığı İstanbul’u İslâmlaştırma teşebbüsü XVI. yüzyılda zirveye çıkarak şehre altın çağını yaşattı. Yüzü bulan cami ve mescitlerinin sayısı beş bini geçti. Nüfusu ise 500.000 civarındaydı. Türkler İstanbul’un yeniden hayata dönmesine vesile olmuşlar, İstanbul da Türkleri yeni coğrafyalara taşıyarak daha uzun ömürlü bir millet olmaları için bütün tarihlerinin en önemli payitaht merkezi olmuştu. Daha da önemlisi İslâm dünyası artık tek bir şehre odaklanmıştı. O da İstanbul’du, bundan böyle sevinçte ve kederde tek müracaat edecekleri yer ve sığınacakları sultan burada yaşıyordu.