Fetih Projeleri İçinde…

SEYR

M. ALİ EŞMELİ

İstanbul fethi gibi büyük, muhteşem ve eşsiz bir tarihî gerçeğe sadece hamasî duygularla bakmak, yanlış olur. Çünkü bu bakış, dün ile iftihar etmekten öte geçmez. Bu da, o günkü muazzam başarının bugüne yansıması gereken derin ve güçlü açılımlarına kapı açmaz.

Yani mesele, fetihteki farklı pencerelerden akseden ve yeni fetihlere/büyük açılımlara ışık tutacak gerçekleri görebilmek. O takdirde gözden kaçan pek çok şey, biraz daha ön plâna çıkar. Neticede hayatın girdaplarındaki birçok çıkmazlar, başarısızlıklar ve tıkanmalar, daha kolay bir şekilde aşılır hâle gelir.

Buna göre İstanbul fethine baktığımızda, fetih öncesi adımlar, fetihten daha ehemmiyetli bir mahiyet arz ediyor. Bilhassa o adımlara mührünü vuran iki husus var:

1. Gece ve gündüzü kuşatan vazgeçilmez yüksek ideal veya idealler,

2. O ideali veya idealleri gerçekleştirecek seviyede liyakat merkezli bir eğitim.

Fatih’te bu iki nokta, dâima bir arada olmuştur.

O, daha küçük yaşlarda iken İstanbul fethini gaye edinmiş ve onu gerçekleştirmeyi hayatının en vazgeçilmez meselesi yapmıştır. Bu çerçevede aldığı liyakat merkezli eğitim de onun bu idealini kusursuz bir şekilde beslemiş ve tam bir Fatih olarak yetişmesini sağlamıştır.

İşte, İstanbul fethinin en büyük başarı hamlesi.

Bu hamle içinde Fatih, fetihten çok çok evvel İstanbul’u almış, gülzar yapmıştı bile. Bir bakıma idealinde fikir ve ruh kanatlarının önceden ulaştığı ufka, sonradan fiilî olarak kendisinin de ulaşması tabiî bir netice olmuştur. Şu hâdise bu gerçek açısından oldukça mânidârdır:

Fatih’in şehzadelik yıllarıydı.

Hocası Molla Gûrânî, bir gece yarısında onun odasında ışık yandığını fark etmişti. Merakla yanına vardı. Gördü ki şehzade uyumuyor. Sordu:

–Uyumamışsınız şehzadem!

–Dersimi mütalâa biraz uzun sürdü hocam.

–Hangi dersin mütalâası bu?

–..…

Şehzade sustu. Mühim meselelerde gizliliği seviyordu. Fakat çalıştığı masanın üstünde duran fetih projeleri hocasının dikkatini çekti. Basiretli hoca, ısrarla sordu:

–Şehzadem, bunlar nedir?

–Sır olarak saklamanız kaydıyla söylerim.

Hocası «peki» mânâsında tebessüm ederek başını sallayınca şehzade açıkladı:

–Hocam, bu kâğıtlar, İstanbul’un fetih projeleri. Şimdiye kadar bu belde niçin fethedilemedi? Onu fethetmenin yolu nedir? Gece-gündüz bu sualler içimi kavuruyor, sabahlara kadar İstanbul fethini gerçekleştirecek plânlar yapıyorum.

–Şehzadem, o hâlde maddî ve mânevî eğitime daha da ağırlık ver. Çünkü İstanbul fethi hakkında Hazret-i Peygamber’in müjdesi var. Bu demektir ki, onu fetheden kimse her bakımdan liyakatli bir şahsiyet olacaktır. Yani fetih; mutlaka âlim, fâzıl, âdil, dirayetli, firasetli, tedbir ehli ve daha nice üstün meziyetlere sahip olan bir kumandana nasip olacaktır.

O günden sonra şehzade, daha bir gayret içinde hareket etti. İlimde yeni hamleler yapacak kıvama geldi. Arzu edilen liyakat ve dirayeti fazlasıyla gerçekleştirdi. Nitekim onun bu yetişmişliği, fetih esnasında sergilediği yerinde tedbir ve manevralarda kendini göstermiştir. Döktürdüğü havan topu, gemilerin karadan yürütülmesi gibi dâhiyâne hamleler, ona münhasır ve unutulmaz başarılar oldu. Nihayet İstanbul’u fethederek yeni bir çağ açtı.

Henüz yirmi bir yaşındaydı.

Yirmi bir yaşındaydı, fakat muzaffer bir dâhî idi.

Onun yirmi bir yaşı, tarihte liyakat ve başarı çıtasının ne ile yükseklere konulabileceğini göstermesi açısından en pürüzsüz bir ayna oldu. O aynada;

Baştaki olgunluk, dirayet ve üstünlüğün, yaşa göre olmadığını daha güçlü bir netlikle aksettirdi.

Dün yirmi bir yaşında, hattâ daha önceki yaşlarda gerçekleştirilen dâhiyâne kıvamların, o neslin evlâtları arasında bugün kırk yaşlarında bile gerçekleştirilemeyeceği düşüncesi, ne hazin bir eğitim fikridir.

Gerçek bu.

Dünün genç yaştaki dâhîlerinde bulunan nice özellikler, bugünün çoğu yaşlılarında bile yok.

Niye?

Çünkü bugün eğitim anlayışının temeli, liyakat merkezli bir yapıya sahip değil. İstatistik şişirmeye yönelik bir yapıya sahip. Hem de pek çok alanda.

Bu yüzden;

Dün yirmi bir yaşındaki delikanlı, İstanbul’u fetheden bir büyük dâhî.

Bugün yirmi bir yaşındaki gençlerden kimi, henüz kendini inşa edememiş küçük bir çömez. Usta bir kıvamda olan da çömezlik mührü yiyen bir çaresiz.

Oysa;

Bugünkü eğitim imkânları dünkünden kat kat daha gelişmiş ve yüksek seviyede değil mi? Dün yirmi bir yaşında kazanılabilenler, bugün niçin kazanılamıyor ya da kazanılmaz gibi bakılıyor?

Dün on beş yaşında on beş bin kelime ile konuşabilen şahsiyetler yetiştirilebilirken, bugün bin kelimeye bile doğru dürüst hâkim olmayan talebeler niye?

Ya bunun sonrası?

Ortada.

Başa göre değil yaşa göre adamlık.

Fakat böyle olunca mesele daha bir çıkmaza dönüşüyor.

Çünkü;

Bedenlerin büyüdüğü oranda akıllar ve gönüller büyümüyor. Yaş elliye varıyor, fakat beyinler on yaşında kalıyor. Neticede koca koca adamlar, hayatı oyuncaklarla oynar gibi yaşıyor, çelik-çomaklarla uğraşıyor. Hâlbuki herkes, en azından yaşının geldiği noktaya gelebilmeli. Cesedi kırkında olanın rûhu da, aklı da kırkında olmalı. Ellisinde olan ellide, altmışında olan altmışta olmalı. Olabilmeli. Çünkü yaşı ellisinde aklı yedisinde olanı eğitmenin yolu da pek yok. İnsanları, bedenen de olsa geçtikleri seneler itibarıyla terbiye etmek imkânsız. Çünkü akıl ve gönül varmasa da ceset bir yerlere varmış oturmuşsa, insan nefsi artık eğitim kabul etmiyor. Sonra da işler ayağa düşüyor.

Bunun sebebi, idealsizlik ve liyakat merkezli eğitim olmayışı.

Daha doğrusu, çıtası yüksek bir eğitimin olmaması idealsizlikten, idealsizlik de boş arzu ve hırslara mağlûbiyetten kaynaklanmakta. Hırsın sebebi de elbette ki liyakatsizlik.

Bunlarla malûl olan akıl ve gönül, sahibinin yaşından çok çok küçüktür ve bir kaşık suda boğulan zavallılar kadar güçsüz, iradesiz, dirayetsiz, sabırsız ve tıkanıktır. Akıl ve gönül ki, ancak sahibinin yaşından ileride olduğu ölçüde hayat merdiveninde emin adımlarla tökezlemeden yürür ve surları aşar. Nice İstanbullar fetheder.

Bu gerçeklerden hareketle;

Fethi, onun temel adımlarına dikkat ederek okumak mecburiyetindeyiz. Onun, Fatih’ten istediği ideal ve liyakati görmeliyiz. Bunu gördüğümüz zaman onun hangi dirayetle: “Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni alır!” dediğini idrak ederiz. Belki bu idrak bize: “Ya kendi kültür ve tarihimize sahip çıkarak şahsiyet ve kimliğimizi koruruz, ya da yabancı kültür ve kimliklerin işgali altında eriyip gideriz.” cümlesini söyletir de milletçe vatan ve varlığımızı muhafazada en büyük destek vazifesi görür. Elbette bu idrak, hünerlerimizi terle sulama gayretine vesile olur. Çünkü bir işin künhüne ustası eliyle bir ayda nüfuz eden kimsenin seviyesi, o işe ustasız, yol-yordamsız yüz sene emek veren kimseden yüz kat daha fazladır.

Yine fethi, ondaki gündemleri fark ederek tekrar okumalıyız. Bir onlara, bir de bizim gündemlerimize bakmalıyız. Acaba gündemlerimizi işgal eden meseleler; gündelik hâdiseler, lâk-lâklar mı, yoksa yüzyılları kuşatacak gaye ve gayretler mi?

Hâsılı hayatı fetih liyakati içinde yaşamak zarurî.

Gerçek mahiyetiyle fetih liyakati ise;

Dâima açıcı olmaktır, tıkayıcı değil. Yapıcı olmaktır, yıkıcı değil. Var edici olmaktır, yok edici değil. Kucaklayıcı olmaktır, itici değil. Yeşertici olmaktır, kurutucu değil. Yükseltici olmaktır, alçaltıcı değil. Güzel ve doğru olana gıpta beslemektir, haset değil. Arabulucu olmaktır, arabozucu değil.

Böyle bir idrak içinde hayat ve zaman, fetih başarılarıyla dolar.

Unutmamalı ki:
Zaman bir işvebaz, kaçak hayâlet;
Eskiyenin kement atar boynuna.
Ne pişmanlık tanır, ne af, ne mühlet;
Ancak fâtihinin girer koynuna. [NFK]