İnsan Olmak İçin, Önce İnsanı Sevmek Gerek

HADİ ÖNAL

Çekip çıkarın insanı, bakın bakalım o zaman anlamı kalıyor mu dünyanın? Dünya; insanla anlamlı, insanla güzel. Yaratan’ın bütün dünyayı, içerisindeki nimetleri ile birlikte insanın emrine vermesi; onu eşref-i mahlûkat olarak nitelendirmesi de bunu açıkça göstermiyor mu? O yüzdendir ki hangi tende, hangi dinde hangi milliyette veya cinsiyette olursa olsun insan kutsaldır.

Türk tarihini incelediğiniz zaman her başarı ve muzafferiyete insanı ve insana verilen değeri görürsünüz. Sayısız erdemlerin menbaı olan Türk’ün ruh dünyası onun İslâm’la şereflenmesinden sonra daha da olgunlaşmış, derinlik, incelik ve yücelik kazanmıştır.

Türklerin asırlar boyu ışık ışık, dalga dalga Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’ya yayılmasında ve hâkim bir devlet olarak varlığını sürdürmesinde; güçsüze yardım elini uzatma, zulme ve zâlime karşı gelerek hakkın ve haklının yanında yer alma, iyilik etme, hak gözetme, yiğitlik, alçak gönüllük, doğruluk gibi daha da sıralayabileceğimiz pek çok fazîlete sahip olmasının önemli rol oynadığı görülür. Şüphesiz ki insanı sevmek bütün bu fazîletlerin başında gelir. Zaten insan sevgisi olmadan yukarıda sıraladığımız ve sıralayabileceğimiz insanı insan yapan ve insana eşref-i mahlûkat değeri kazandıran güzelliklerin oluşumu da mümkün değildir

Türk-İslâm tarihinin satır aralarında değil özünde ve bütününde insanı «yaratılmışların en şereflisi» olarak gören muhteşem bir ruh vardır. İslâm’ın insanımızı yoğurması ile oluşan bu ruhta «insana kulluk» yoktur. Onun içindir ki Türk insanının mayasında:

Ben gelmedim dâvâ için

Benim işim sevi için

Dostun evi gönüldedir

Gönüller yapmaya geldim.

diyen, dış dünyayı kabuk olarak gören; insanın iç dünyasına yönelerek gönüller fethetmeyi amaç edinen Yunusça bir sevgi; insan tabiatında var olan kir ve kinlerin Allah aşkı ve hoşgörü ile yunulacağına inanılan ve: «Ne olursan ol yine gel!» diyen her yapıda ve inançtaki insanı kucaklayan bir gönül vardır.

İşte bu gönül, bu maya, bu tabiat, bu sevgi ve hoşgörüdür ki Osmanlı’yı asırlarca ayakta tutmuştur. O ruhtur ki, yeryüzü nizamını yerine getirirken kendisine tâbî olan milletlerin dinî, sosyal, kültürel varlıklarına dokunmadığı gibi milletlerin bu varlıklarını devam ettirmeleri için gerekli imkânları hazırlamıştır.

Tarihin şâhitliği bu söylediklerimizi teyit eden sayısız örneklerle doludur:

Birinci Haçlı Seferi’nde Kudüs, dört gün kuşatma altında tutulmuş, daha sonra şehre girilmiştir. Şehre giren haçlı sürüleri barış adına, dikkat edin «barış adına» diyorum -bu gerekçe sizlere bilmem bugün bazı şeyleri çağrıştırıyor mu- 70 bin kişiyi kılıçtan geçirmiştir. Ömerli Camii’ne sığınan 10 bin Müslüman’ı da katletmiştir. Yüzyıllar sonra Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşatmış 53 gün süren kuşatmadan sonra şehre girmiş. Ayasofya’ya sığınan 10 binden fazla Hıristiyan’ın burnu bile kanamamıştır. Oysa aynı İstanbul 4. Haçlı Seferi sırasında yerle bir edilmişti. Öyle ki talanın ve katliamın boyutları Fransız General Godefrol de Villehardoin’i dahî dehşete düşürmüştü.

Yıl 1492, Endülüs’te bulunan Benî Ahmer Devleti yıkılmış. Bu devletin himayelerinde varlıklarını sürdüren Yahudilere Benî Ahmer Devleti’ni yıkan Hıristiyanlar iki seçenek sunmuşlardı. Ya Hıristiyanlığı kabul edecek ya da bulundukları toprakları terk edeceklerdi. Yahudiler birinci şıkkı kabul etmediler. Ancak kendilerini kabul edecek bir devlet de bulamadılar. İşte hoşgörünün ve insanlığın timsâli Osmanlı o noktada Yahudilere kucak açtı. Göçmen Yahudiler; Selanik, Edirne, Eğriboz’a bağlı Livadiye ve Tırhala çevresine iskân edildi.

Yıl 1915, Osmanlı yedi ayrı cephede ölüm-kalım mücadelesi veriyor, yedi düvele karşı. Peki ya Osmanlı’nın «Millet-i Sâdıka» dediği Ermeniler ne yapıyorlar? Rusya’yı arkalarına alan Taşnak ve Hınçak çeteleri toplu katliamlara girişiyorlar. Osmanlı arşivlerine göre tam 500 bin Müslüman’ı katlediyorlar. Osmanlı ne yapıyor bu eli-kanlı çete başlarının kışkırttığı Ermeni tebaaya? Çıkardığı tehcir kanunu ile o zamanlar Osmanlı toprağı olan Suriye’ye mecburî göçe tâbî tutuyor. Anadolu’daki evlerine, arazilerine karşılık onlara Suriye’de ev, arsa ve arazi tahsis ediyor.

İşte size Türk’ün insana verdiği değeri gösteren sayısız örneklerden bir kaçı.

Medeniyetin tek ölçüsü insana verdiği değerdir. Bu bakımdan Türk milletinin genel karakterinde olsun, Türk devlet geleneğinde olsun insan ve insan haysiyetine verilen önem tartışılamaz. Büyük şahsiyet Şeyh Edebâlî’nin Osman Gazi’ye tavsiyesi olan: «Oğul insanı yaşat ki devlet yaşasın.» sözü çok mânidârdır. Kurduğu vakıflarla yalnızca insanların değil hayvanların dahî hizmetine koşan, kendi insanını yerine ve şartlarına göre insanlığın hizmetçisi yapan bu yüce milletten bugün teknik ve teknolojik güçleri ellerinde bulunduran sözüm ona kendilerini «insan hakları» havarisi olarak gören milletlerin alması gereken o kadar çok ders var ki…

Sicilleri insanlık suçları ile hayli kabarık olan günümüz dünyasının teknik ve teknolojik yönden güçlü milletlerinden, dünya nizamındaki adâlet kefelerini eşitlemelerini beklemek saflıktır, ham hayaldir. İki de bir Türk insanına «insan hakları» hakkında ders vermeye çalışan bu sözde havarilerin ayna alıp kendi geçmişlerini iyice incelemeleri gerekir. Zira geçmişlerindeki davranışlar bugünlerinin de geleceklerinin de göstergesidir. Daha düne kadar insan pazarları kurarak insan ticaretini meşrûlaştıran Afrika kıtasının yeraltı ve yer üstü zenginliklerini kendilerine sermaye yapanlardan,

Kızılderilileri yok ederek topraklarına el koyanlardan dünya nizamını beklemek saflık değil de nedir?

Onlar; dün Kıbrıs’ta, Bosna’da, Karadağ’da, Grozni’de, Kosova’da… Bugün; Filistin’de, Irak’ta,

Doğu Türkistan’da annesi-babası hunharca öldürülmüş bir çocuğun gözyaşlarını benim milletim gibi yüreğinde hissedemezler.

Güçlerini emperyalist düşüncelerinin aracı yapan, bir zamanlar kurdukları kölelik imparatorluklarını günümüz dünyasına modernleştirerek taşıyan, yukarıda sıraladığımız olayların bir kısmının göbeğinde yer alan, bugün artık devlet olma özelliklerini kaybetmiş şirket mantığı ile hareket eden, kendi çıkarları uğruna insanlara ve insanlığa kör bakan, yükselen çığlıklara kulak tıkayan bu sözde havarilerden başka da bir olumlu davranış beklenmemelidir.

Hiçbir aklıselim insan, kendileri için istediklerini başkaları için de isteme fazîletinden mahrum, saltanatlarını başka insanların acıları üzerine inşa edenlerden insan adına, «insan hakları» adına, dünya düzeni beklememektedir.

Bugün dünyada çekilen her acının, dökülen her gözyaşının temelinde Allah aşkı ve O’nun yarattığı en mükemmel varlık olan insana duyulan sevginin giderek azalması yatmaktadır.

İnsan olmak için evvela insanı sevmek fazîletine ulaşmak gerekir.