İki Günlük Yevmiye

İRFAN ÖZTÜRK

Tâbiîn zamanı idi. Müslüman bir beldede yaşayan iki ateşperest kardeş, birbirleri ile şöyle konuştular:

“–Bizim babalarımız, atalarımız ateşe tapagelmiş. Biz ateşe ibadet ediyoruz. Şu taptığımız ateşe elimizi sokalım. Elimizi yakarsa, ona ibadetten vazgeçip son zuhur eden İslâm dinini sorup soruşturalım. Eğer Hak din o ise, o dine girelim.” diyerek ellerini ateşe soktular. Elleri yandı.

“Ey ateş! Eğer gerçek tanrı isen bizim ellerimizi yakma!” diyerek tekrar ellerini ateşe soktular. Ellerinin yandığını görünce: «Eğer bundan bize ilâh olsaydı, ellerimizi yakmazdı.» neticesine varıp, İslâm’ı araştırmaya karar verdiler.

İki Mecusî kardeş şehirdeki Müslümanların mescidine doğru yola çıktılar. Yolda ağabeyi kardeşine:

“–Ben bu işten vazgeçtim. Babalarımın dininden dönmem!” deyip geri döndü. Küçük kardeş ise:

“–Ben Hakk’ı aramaya devam edeceğim!” dedi, yolundan dönmeyip, mescide vardı, içeri girip bir yere oturdu.

O sırada camide Allah dostlarından Mâlik bin Dînar, vaaz u nasihat etmekteydi. Fakirin yanında zengin, kumandanın yanında asker, güzelin yanında çirkin, hastanın yanında sıhhatli… insanlar birbirine kaynaşmıştı. Hiçbir sınıf farkı yoktu. Beyazın önünde bir siyahî, efendinin önünde bir köle oturmuştu, burası kardeşlik havasının hüküm sürdüğü bir vefa yuvası idi. Bu mecliste fukara geriye atılmıyordu. Herkes diz dize oturuyor, şefkatli bir baba gibi nasihat eden bu zâtı şevk ile dinliyordu. Kendisi ateşgede olduğu hâlde ona da bir şey dememişler, aralarına alıp bağırlarına basıvermişlerdi.

Bunları düşünürken bu îmanlı zâtın güzel sözleri, müjdeleri ona büyük bir devletin kapısında olduğunu, başına bir tâcın konacağını tebşir ediyordu. Dini araştırmaya-soruşturmaya lüzum kalmamıştı, sanki hep bildiği bir gerçeği, tekrar hatırlamıştı. Ders bitti, o delikanlı ayağa kalkıp:

“–Ey şevkli âlim! Ey Hak yolunu gösteren mürşid! Ben bir ateşperestim. Hak dinini kabule geldim. Bana îman ve İslâm’ı anlatır, nasıl Müslüman olacağımı öğretir misin?” dedi. Mâlik bin Dînar Hazretleri:

“–Evvelâ: «Allah birdir, O’ndan başka ibadet edilecek hiçbir ilâh yoktur! Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de O’nun Rasûlü’dür!» demeli ve kalbin ile inanmalısın.” dedi.

O da bu mübarek sözleri yani kelime-i tevhidi söyleyerek mü’min ve muvahhid oldu. Ardından Mâlik bin Dînar, mühtedî gence İslâm’ın güzelliklerini, vazifelerini güzel güzel anlattı. Bu konuşmayı mescitteki Müslümanlar hayranlıkla seyrediyorlardı. Mâlik bin Dînar, üstünden başından fakir olduğu belli olan gence:

“–Biz şimdi hepimiz kardeş olduk, sana biz kardeşlerin biraz yardım edelim.” dedi. Delikanlı:

“–Mâzur gör yâ İmam! Beni mâzur gör! Bu yardımı kabul etmem, zira ben Allâh’a henüz îman ettim. Hakk’a mü’min oldum. O beni, bir müşrik iken mahzun ve mahrum etmedi ki O’na kul olduğumda beni mahrum etsin. Teşekkür ederim. Sıhhatim var çalışır, kazanırım. Bu bana daha sevimli geliyor.” diyerek evinin yolunu tuttu.

Şimdi bütün endişesi evdeki karısının bu işi nasıl karşılayacağı idi. Ya ters cevap verirse ne yapacaktı? İki yavrusu vardı, hanesi dağılırsa bu yavruları ile ne yapardı? Hep bunları düşünerek: «Yâ Rabbi! Hanımımın kalbine îman ver, onu da İslâm’a dâhil edip, başına îman tâcını koy!» diyerek eve geldi. İçeri girdi, yavruları oynuyordu. Babalarını görünce koşarak karşıladılar, onları alıp bağrına bastı, okşadı. Bu hâli çocuklarının annesi hayranlıkla seyrediyordu. Oturdular, Allah ne verdi ise yediler. Yatsıyı camide kılmış, vakit epeyce ilerlemişti. Çocukları yatırıp kendileri de yatacakları sırada:

“–Otur bakalım hanım, seninle mühim bir iş görüşeceğim.” dedi ve olan-biteni anlattı:

“–Ben Müslüman oldum. Sen bu işe ne dersin?” dedi.

Genç mühtedînin duası kabul olmuş olacak ki, kadın bu macerayı hayranlıkla dinledi ve sorusuna şöyle cevap verdi:

“–Benim İslâm’a girmemi istiyorsan, işte ben de Müslüman oldum. Sen benim velînimetim, sebeb-i saadetimsin. Ben senden ayrılamam. Sen nerede, ben orada…”

Beyi, gündüz öğrendiklerini ona da öğretti. Aşk ile şahâdet kelimesini söyleyip o da Müslüman oldu. O gece yattılar. Sabah olduğunda hanımını ibadete kaldırıp kendisi, Allâh’ın beyti olan mescide koştu. Camiye vardığında mescit yeni açılmıştı, müezzin yanık sesiyle Kur’ân okuyor, mü’minler selâm vererek, tekbir ve tehlil getirerek birer-ikişer mescide giriyorlardı. Kimisi şadırvanda abdest alıyor, kimisi namaza durmuş, Âlemlerin Rabbi’ne secde ediyordu. Cami sanki bir cennet köşesiydi. Rabb’ine şükürler etti; ona İslâm’ın zevkini tattırdığı için. Ne güzel şeydi Müslümanlık!

Daha sonra camiden çıktı, ırgat pazarına gitti. Yevmiye ile çalışan bütün işçiler burada toplanırlar, işi olanlar işlerini gördürmek için, buradan adam tutarlardı.

O; her gün oraya gider, kendine iş bulur, yavrularının nafakasını temin ederdi. Yine oraya gitti. Bir iş bulmak için beklemeye koyuldu. Bugün işçi arayanlar pek çoktu. Herkese bir iş verip götürüyorlardı. Fakat bu İslâm’a yeni giren delikanlıyı sanki hiç gören yoktu! Evvelce işlerini yapıp memnun ettiği zatlar dahî gelip başka başka adamları tutmuşlar, sanki bunu gören olmamıştı.

Hakikaten görmüyorlardı. Pazarda hiç kimse kalmadı. Tek başına öğle ezanına kadar bekledi. Ezan okununca abdest alıp camiye gitti. Namazdan sonra yine iş yerine döndü. Yükünü taşıtacak bir kimse dahî çıksa, yükünü verse, taşıyacak, çocuklarının nafakasını çıkaracaktı. Ama nâfileydi. Bekledi, bekledi. İkindi okundu. Camiye girdi, vazifesini yaptı.

Arkasından çarşıda dolaştı: “Hamalım, yok mu yükünü taşıtacak?” dedi. İş yoktu. Akşam okundu, abdestini aldı. Camiye girdi, namaz kılındı. Herkes evine gitti. O bekledi, yatsıyı kıldı. Sonra evinin yolunu tuttu. Evde yiyecek yoktu. Ne söyleyecekti? Yavrularını nasıl doyuracaktı? Onlara nasıl söz geçirebilecekti? Çocuklar yoktan anlamazlardı. Eve girdi. Çocuklar uyumuştu. Eşi onu merakla karşıladı. Fakat kocasının elleri boştu.

“–Hani ekmek? Çocuklar aç uyudular!” dedi.

“–Karıcığım, bugün birisine çalıştım, yevmiyem onda kaldı. İnşallah yarın ikisini birden alırız.” dedi. Yattılar. Fakat uyku tutmuyordu. Sabah erkenden camiye koştu. Namazı kılıp ırgat pazarına gitti. Yine ona iş yoktu. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmış, namaz aralarında iş aramış, bulamamıştı. Bir aşçı dükkânının önüne bırakılan kırıntı ekmekleri toplayıp evine döndü.

Çocuklarını ağlar vaziyette buldu. «Ekmek, ekmek!» diyorlardı. Karısına dün çalıştığı zâta bugün de çalıştığını, fakat yevmiyesini henüz alamadığını beyan etti. O kırıntı ekmekleri yediler. Çocuklarını okşadı ve onları uyuttu. Sabah oldu, ezandan evvel camiye koştu. Cemaatle namazı kıldı. Namazdan sonra iş bulma yerine gitti. Yine onu kimse görmüyor, tanıyan da tanımıyordu. Öğleye kadar durdu. Karnı açtı, tâkati kesilmişti, gözleri açlıktan kararıyordu. Öğle ezanı okundu, camiye gitti. Hakk’ın dîvânına durdu. Namazdan sonra yine iş aramaya koyuldu. Bulamadı, ikindi okundu, camiye geldi. Namazdan sonra derin bir âh çekip secdeye kapandı. Ağlayarak:

“Yâ Rabbi! Beni Sana şirk koşarken aç koymadın, -hâşâ- ki Sana kul olduktan sonra aç öldüresin. Beni aç öldürsen, her bir âzâma yüz bin dert versen Sen’den yüz çevirmem. Sana olan îmanımdan dönmem. Kalbimi biliyorsun. Bu beni, kullarına ders vermek için bir imtihanındır. Benim Sana olan bağlılığımı bana bildirmendir. Ama karımdan korkarım, onun îmanı zaafa uğramasın.” diye gözyaşlarıyla Allâh’a münâcatta bulundu. Ağladı, ağladı… Şirk üzere olduğu günlerine nedâmet ve istiğfar etti.

O, öylece ağlaya inleye niyaz, dua hâlindeyken diğer tarafta bir adam bu delikanlının evine doğru elinde bir torba ile ilerliyordu. Kapıya gelip tokmağı vurdu. Kadın kapıyı açtı. Esrarengiz adam elindeki torbayı uzatarak:

“–Hanım, kocana söyle, efendisi onun işinden pek memnun. Kocan işine devam etsin. İki gündür yevmiyesini almamıştı. İşte iki günlük yevmiyesi bu torbanın içinde.” deyip kaybolup gitti.

Kadın, torbayı açtı. İçerisi ömrü boyunca onlara kâfî gelecek hattâ torunlarına dahî yetecek kadar altınla dolu idi. Kadın şaşırmıştı. Bu ne kadar cömert bir efendiydi. Padişah bile iki gün çalıştırdığı insana böyle bir hazine vermez. Ne lütuf-kerem sahibi idi bu efendi. Hemen çarşıya çıkıp evin ve çocuklarının ihtiyaçlarını görmeye koştu.

Kadın memnundu. Eve dönmüş, et ve meyveler almış, çocuklarını doyurmuş, kocasına nefis yemekler hazırlamıştı. Onu sabırsızlıkla bekliyordu. Adamcağız ise o sırada ağlamış, sızlamış, dualar etmiş, sonra akşam namazını kılmıştı. Yatsıya kadar camide Kur’ân dinledi. Yatsıyı kılıp sokağa çıktı. Eve yaklaştığında ne görsün! Evde kandil yanıyor, çocuklar oynaşıyordu. Evden taze yemek kokuları dışarıya taşıyordu.

Buna bir mânâ veremedi. Durdu, acaba karısı bir kimseden bir şey mi istemişti? Din düşmanı olan akrabalarına el mi açmıştı? Hiddetle içeri girdi, niyeti fena idi. Karısı sevinçle karşılayıp çocuklar ayaklarına sarılıp, babamız geldi diyerek cıvıldaşırken, kaşları çatık bir şekilde:

“–Nereden aldın, söyle nereden buldun bunları?” diye bağırdı. Kadın:

“–O, ne devletti öyle! O, ne lütuf sahibi bir efendi imiş! O senin çalıştığın zâtın bugün bir adamı gelip yevmiyelerini bize verdi. «Efendine söyle, çalıştığın iş sahibi senden çok memnun imiş, işine devam etsin. Yevmiyesini arttırdım.» deyip gitti.” dedi.

Adam, o anda her şeyi anladı. Allâh’a hamd ü senâ edip başından geçenleri anlattı. O iş sahibinin insan olmadığını, Allah olduğunu bildirdi. Îmanlarının mükâfatına, dünyada da nâil oldular.

Tüm kapılar açılır,
Mevlâ’ya gidenlere.
Mün‘im-i Hakikî’ye
Tevekkül edenlere. (Gülzâr-ı İrfan)