Fetih ve İşgalin Farkı
Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI
Tarih öğretmeni Muhsin Bey, Osmanlı fetihlerini işgalden ayıran hususiyetleri sayıyordu. Fakat Zeki adındaki bir öğrenci anlattıklarına sık sık itiraz ederek sözünü kesiyordu:
¬“–Ama hocam, bu söyledikleriniz çok sübjektif şeyler. Fetih, işgal, istilâ… Neticede hepsi aynı şey. Belli bir ekonomik ve askerî güce sahip devlet veya milletin yeni topraklara açılması… Bu arada kendi ideolojisini de oraya taşıyor, tabiî ki.”
Tecrübeli öğretmen sakince tekrar îzaha çalıştı:
“–Arada çok ciddî farklar var evlâdım. Fetihte hayat vermek var, işgalde ise hayata kastetmek. Birinde îmar etmek var, diğerinde harap etmek. Birinde yeşertmek var, diğerinde sömürmek…”
“–Bunlar çok hamasî açıklamalar değil mi sizce? Tarihe objektif bir gözle bakıldığında bir değeri olmayan îzahlar.”
Öğretmen bu inatçı gencin aklını vardıracak bir misal aradı. Söylenecek çok şeyi söylemiş, tarihten çok örnek getirmişti. Endülüs’te kökleri kazınan Müslümanlara karşılık, Osmanlı’nın Rumeli’nde, Balkanlar’da uyguladığı hoşgörüyü, adaleti anlatmıştı. Yedi yüz yıllık hükümranlığa rağmen Balkanlar’da, Kafkaslar’da yetmiş iki milletin, kaç tane din ve mezhebin hayatiyetini rahatça sürdürmesine karşılık, Amerika kıtasında Kızılderililer’in başlarına gelenleri dile getirmişti.
Ama genç talebe, bozuk fikirlerle iyi beslenmişti. Temelsiz birtakım uç örnekleri, üstelik çarpıtarak sıralıyordu.
Muhsin Bey konunun nefis tatminine dönmesini de istemiyordu. Bütün derdi lâf ebeliği olan bu gençle tartışmak faydasızdı:
“–Evlâdım, akl-ı selim ile baktığında fetih ile işgalin aynı şey olmadığını sen de göreceksin. Bu konuda Allah’tan sana anlayış ihsan etmesini dilemekten başka yapabileceğim bir şey yok. Dersimize devam ediyoruz.” dedi.
Zeki’nin gözleri parıldadı, keyifle gülümsedi. Kendince öğretmenini mat etmiş, en azından susturmuş görünüyordu. Gerçi konuşmanın uzamamasından kendisi de memnundu. Çünkü boğazında bir yanma başlamıştı. Konuşurken zorluyordu. Vücudunda da bir kırgınlık vardı.
Dersten sonra kliniğe uğradı. Doktor, Zeki’ye grip teşhisi koydu. Bademcikleri iltihaplanmıştı. Dikkat etmezse virüs kulağa da geçebilirdi. Antibiyotik ve ateş düşürücü ilâçlar yazdı.
Zeki eve geldiğinde daha da hâlsizleşmişti. Yemekten sonra ilâçlarını yutup yattı, annesi yükselen ateşini düşürmek için sık sık gelip ilgileniyordu. Aynı esnada Zeki’nin küçük, afacan kardeşi de annesinin etrafında dönüyor, bir biri ardına sorularıyla rahat vermiyordu:
“–Anne iltihap ne demek? Abimin boğazına ne olmuş? Virüs nasıl bir şey?..”
Annesi sorulara küçük çocuğun anlayacağı şekilde masallaştırarak cevap vermeye, bir yandan ağabeyini rahatsız etmesine mânî olmaya çalışıyordu:
“–Bak şimdi yavrum, virüsler gözle görülmeyen küçücük düşman ordularıdır. Onlar ağabeyinin ağzından girmişler, boğazının girişindeki çok önemli bademcik tepelerini işgal etmişler… Şimdi ağabeyin dinlenecek haydi rahatsız etmeyelim.”
“–Abi, o virüsler boğazında otursalar ne olur ki?”
Zeki’nin hâlsizliğine can sıkıntısı da ekleniyordu:
“–Git başımdan!..”
Annesi müdahale etti:
“¬–Hiç olur mu oğlum? Bu virüsler orada yaramazlık yapıyorlar.”
“–Yaa. O zaman defolsun gitsinler abimin boğazından… Abii baksana, kim kovacak onları? Bir tükürsen giderler mi?”
Zeki bu sefer kısa bir cevapla başından savma yoluna başvurdu:
“–Ya işte, vücudun savunma mekanizması var, sen anlamazsın, antikorlar filân. Onlar savaşıp kovacak onları. Eski hâline döndürecekler boğazımı.”
Ufaklık birazcık durdu, arkasından aklına çok önemli bir şey gelmişçesine bağırdı:
“–Abii! O anti neydi onlar da ya virüsler gibi yaparsa?”
Ağabey bıkkın bir ifadeyle cevapladı:
“–Ya nereden gelir aklına böyle şeyler! Onlar aynı olur mu? Virüsler öcü, antikorlar cici! Biri bozuyor, biri düzeltiyor…”
Zeki, kurduğu cümlelerin benzerlerini bugün okulda işitmiş olduğunu hatırlar gibi oldu. Kardeşi ısrarcıydı:
“–I-ıh, nereden biliyorsun düzelteceklerini? Ya onlar da uf yaparsa?”
“–Ya kardeşim, ne olur beni rahat bırak tamam, yenildim sustum. Büyüyünce öğreneceksin bunları, şimdi aklın almıyor, ne diyeyim sana ya!”
Annesi artık son müdahaleyi yapıp ufaklığı, sessiz bir istirahata ihtiyacı olan ağabeyinin yanından götürdü. Zeki’nin gönlü allak bullaktı. Hastalığın, hâlsiz bırakırken mûnisleştiren tesiri altında tefekkür içinde uykuya daldı.
Anlaşılan Muhsin Öğretmen’in duası kabul olmuştu.