Mevlana ve Nükte
PROF. DR. NİHAT ÖZTOPRAK
Mevlânâ’ya göre şaka ve latîfe bir şey öğrenmek içindir. Bu yüzden onlar da ciddîye alınmalıdır. Görünüşlerine aldanmamalıdır. Ona göre önemli olan algılayıştır.
Maskara kimse, ciddî şeyleri bile alaya alır, onun için herşey maskaralıktır. Akıllı insanlar böyle düşünmez, onlar için şaka ve nükte bile ciddîdir.
“Benim beytim beyit değil bir ülkedir. Benim alayım (şaka) da alay değil bir şey öğretmektir.
Şaka ve latîfe bir şey bellemeye yarar… Onu ciddî gibi dinle. Görünüşte latîfe oluşuna kapılma. Her ciddî şey, maskaraya göre maskaralıktır, şakadır. Akıllılara göre ise latîfeler de ciddîdir.”
Mesnevî’yi anlattığı bir yerde şöyle diyor:
“Bu kitap, masal diyene masaldır. Fakat kendi hâlini bu kitapta görebilene er denir. Mesnevî, Nil’in suyu gibidir: Kıptîye kan görünür fakat Hazret-i Musa’nın ümmetine kan değil hayat suyudur.”
Mevlânâ, fikirlerini kıssalarla anlatmayı seven bir şairdir. Mesnevî baştan sona hikâyelerle, kıssalarla doludur. Ancak onun amacı hikâye anlatıp insanları eğlendirmek değildir. Mesnevî’de kıssa (ibretli hikâyeler) hakkında şunları söylemektedir:
“Peygamber dışarıdan seslendi mi, ümmetin canı içeriden secde eder.
Vücut, göz olunca gözler kapalı olsa bile sevgilinin yüzü görülebilir. Fakat sen, başındaki gözle de can gözüyle de görmediğini farzet, ne çıkar? Ey düşkün, sen kıssadan hisse almaya bak. Kıssaları duyup dış yüzüne bağlanma: Yoksa:
Dilsiz DİMNE KELÎLE’ye nasıl söz anlatır? Kelîle, onun meramını nasıl anlar? Tutalım, bunlar birbirine meramlarını anlatıyorlar. Fakat bu hayvanların ne demek istediklerini insan nasıl anlayabilir?
«Bu Dimne ve Kelîle hikâyesinin hepsi yalan. Yoksa karga, leylekle nasıl savaşır?» deme.
Kardeş! Kıssa bir ölçeğe benzer, mânâ ise içindeki tanelere. Akıllı kişi taneleri alır, ölçek varmış yokmuş, ona bakmaz bile.”
Mevlânâ’ya göre kıssalar ibret içindir. Onların çoğu, insanların uydurmasıdır. Bülbül ve gül kıssası için şöyle der:
“Aralarında sözden eser yok fakat bülbülle gülün macerasına ne dersin?..”
Gerçekten de «Gül ile Bülbül» hikâyesi doğu kültürünün en klâsik macerasıdır. Her şair onların hikâyesini işler. Kendi fikirlerini, duygularını, maceralarını onlara söyletir. Bülbülün yılandan, yırtıcı kuşlardan korunmak için dikenli gül dalına konması, güneşten korunmak için gülün gölgesine sığınmasını, hayal üstâdı şairler; bülbülün güle âşık oluşuna bağlamışlardır.
Mevlânâ güldürmeye yönelik boş, seviyesiz kıssalar anlatmaz. Onun hikâye ve kıssaları seviyeli, düşündürücü, ders vericidir. Bunlardan bir kaçını kaydedelim:
ETİ, KEDİ YEMİŞ
Bir adamın pek sahtekâr, pis ve kötü huylu bir karısı vardı. Kocası, eve her ne getirirse onu ziyan ederdi. Bu israf, adamı muztar bırakmıştı. O fakir adamcağız bir gün, misafir için evine güçlükle biraz et aldı. Kadın o eti, şaraba meze yapıp bitirdi. Kocasını da yalanlarla savmaya çalıştı. Kocası;
“–Misafir geldi et nerede? Ekmek hani? Konuğun önüne yemek çıkarmak lâzım.” deyince, kadın:
“–Eti, kedi yedi. Sana lâzımsa bir başka et al.” dedi. Adam:
“–Öyleyse teraziyi getir, kediyi tartalım da şüphe hâllolsun.” dedi. Kediyi tarttı yarım batman geldi. Adam kadına şöyle dedi:
“–A hilebaz, etin hepsi yarım batmandı. Kediyi tarttım o da o kadar geldi! Kedi bu ise a aşağılık, et nerede? Yok bu eğer et ise kedi nerede?!.” (C. V, 460-463)
KUL BESLEMEYİ DEFTERDARDAN ÖĞREN
Herat’ta Horasan Amîd’inin (defterdar) köleleri altın dokumalı elbiseler ve altın işlemeli külâhlar giymiş vesâir süslerle bezenmiş olarak Arap atları üzerine binmiş dolaşıyorlardı. Yoksul biri:
“–Bunlar hangi şahlar ve emirlerdir?” diye sordu. Etrafındakilerden biri:
“–Bunlar emirler değil, Horasan Amîd’inin köleleridir.” dediğinde yüzünü göğe doğru çevirip küstahane bir hâlde;
“–Ey Hüdâ! Kul beslemeyi Amîd’den gör!” dedi.
Mevlânâ bu kıssayı anlattıktan sonra her kıssanın sonunda olduğu gibi nasihatte bulunmuştur. Allâh’a uygunsuz bir hâlde niyazda bulunan şahsın çıplak olduğunu, bir dilim ekmeğe muhtaç olduğunu ve soğuktan titrediğini belirterek bu yüzden onun kendisinden habersiz ve ihtiyatsızca böyle söylemeğe cür’et ettiğini açıklamıştır. Bu açıklamanın hemen ardından okuyucuya nasihatte bulunur. Ona göre, başkaları küstahlık etse bile, kul etmemelidir. Gerçek kul, Allâh’ın kendisine kemerden daha değerli olarak «bel» verdiğini, taçtan daha değerli olarak tacın konulacağı «baş» verdiğini düşünmelidir.
GERÇEK DOSTLUK, FAYDA VE MENFAATİ PAYLAŞABİLMEKTİR
Mevlânâ’ya yakın müridlerden biri Mevlânâ’yla ilgili şöyle bir hâtırasını nakleder:
Bir gün arkadaşımla birlikte gezmeye gidiyorduk. Uzaktan Mevlânâ’nın tek başına gitmekte olduğunu gördük. Biz de ona ayak uydurarak onun peşinden takibe koyulduk. Mevlânâ, arkasına bakıp bizleri gördü ve:
“–Siz arkadan yalnız geliniz, başka kimse gelmesin. Kalabalıktan hoşlanmıyorum. Benim halktan kaçışımın sebebi, onların el öpmek ve önümde eğilip saygı göstermek belâsından kurtulmak içindir.” dedi.
Gerçekten Mevlânâ, herkesin onun elini öpmesinden ve önünde baş eğmesinden son derece incinirdi. Aşağı tabakadan olan insanlara ve talihsiz kimselere karşı büyük bir gönül alçaklığı gösterir, onların önünde eğilirdi.
Bundan sonra, Mevlânâ yoluna devam etti, biraz ilerleyince bir virâneye geldi. Orada birkaç köpek birbirleriyle sarmaş-dolaş olmuş, uyuyorlardı. Arkadaşım:
“–Bu bîçareler arasında ne kadar güzel bir birlik vardır; ne güzel uyuyorlar ve birbirleriyle ne kadar da güzel sarmaş-dolaş olmuşlar.” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ:
“–Evet,” dedi. “Sen, bunların arasındaki dostluğun ve birliğin ne kadar samimî olduğunu bilmek istersen, onların aralarına bir kemik veya ciğer parçası atıver. O zaman bu dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu görürsün. İşte bu gördüğün dünya ehli ve dünya malına tapanların aralarındaki dostluk da böyledir. Aralarında bir garez veya menfaat olmadıkça, birbirlerinin dostudurlar; fakat dünyalık bir şey aralarına girince nice senelik namus ve şereflerini hiçe sayarlar ve aralarındaki tuz-ekmek hakkını bir tarafa atarlar.”
İDARECİ BEKÇİ OLMALI,
KURT DEĞİL
Bir gün Sultan II. İzzeddin Keykâvus, Mevlânâ Hazretleri’ni ziyarete gelmişti. Mevlânâ ona gerektiği gibi iltifat etmeyip dersi, müridleri ve nasihatlerle meşgul oldu. Sultan:
“–Mevlânâ Hazretleri bana bir nasihat versin.” dedi. Mevlânâ:
“–Sana ne öğüt vereyim? Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk yapıyorsun. Sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun.” buyurdu.
Bunun üzerine sultan, ağlayarak dışarı çıktı, medresenin önünde tövbeler etti ve:
“–Ey Allâh’ım! Mevlânâ Hazretleri bana sert sözler söyledi ise de Sen’in için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçakgönüllülüğü Sen’in padişahlığından ötürü gösteriyor ve Sana yalvarıyorum. Bu iki riyasız sâdık kulun hürmetine bana merhamet et.” dedi ve şu beyti söyledi:
Nemli olan iki gözünün yaşına, atış ve gamla dolu olan sîneme merhamet et.
Bu arada Mevlânâ Hazretleri, vakarla dışarı çıktı ve onun gönlünü alıp:
“–Git, yüce Allah sana merhamet etti ve seni bağışladı.” dedi.
BENİM ŞAKAM ŞAKA DEĞİL, HALKI İRŞAD VE EĞİTİMDİR
Mevlânâ’nın zamanında bir şahıs meyve toplamak üzere bir meyve ağacının tepesine çıkmıştı. Birdenbire o ağacın sahibi bundan haberdâr olup, yanına geldi ve ona:
“–Aşağı in!” diye bağırdı. Ağaçtaki adam:
“–Aşağı inmiyorum.” dedi. Ağacın sahibi ısrara devam edince adam da işi inada bindirdi ve şöyle dedi:
“–Eğer bu ağaçtan yere inersem, karım boş olsun!” dedi. Hiddetine mağlup olmuş, ağzından bir sözdür kaçırmıştı. Bu sözün geriye dönüşü nasıl olacaktı? Üç gün, üç gece orada kaldı. Çeşit çeşit fetvalar çıkardılar, ancak akla yatkın bir çözüm mümkün olmadı. Nihayet bir kişi:
“–Bu meseleyi Mevlânâ Hazretleri’ne arz etmek gerekir.” dedi. Hâlis muhiplerden bir grup, bu durumu Mevlânâ’ya bildirdiler. Mevlânâ:
“–Yeminin bozulmaması için o adam, o ağaçtan bir diğer ağaca geçsin ve oradan insin. Eğer bu ağacın yanında başka bir ağaç yoksa bir atın üzerine, oradan da yere insin. Böylece yemini bozulmaz.” dedi. O adam, Mevlânâ’nın dediği gibi yaptı ve yeminini bozmaktan kurtuldu. Bunun üzerine şehrin bütün din adamları Mevlânâ’yı tebrik ettiler.
HER ŞEY KUR’ÂN’DA
Bir adam karısını çok seviyordu, bir gün hanımı kendisine naz ederek;
“–Ey efendi! Gel de senden her ne istersem vereceğine dair yemin et; yoksa senden boşanırım.” dedi. Karısını çok seven ve onun kararlı olduğunu gören koca, bu teklife çaresiz boyun eğdi.
Bunun üzerine kadın:
“–Yüce Allâh’ın dünyada yarattığı her nimet ve garip şeyi benim önümde hazır etmeni istiyorum.” dedi.
Zavallı koca, bu arzuyu yerine getirmekten âciz kaldı, kara kara düşünmeye başladı. Sonunda kalkıp Mevlânâ Hazretlerine gitti ve başından geçeni ona anlattı.
Bunun üzerine Mevlânâ:
“–Git, Allâh’ın kitabı Kur’ân’ı al ve onu bir mendile sararak hanımının eteğinin üzerine koyuver; çünkü böylece dünyadaki yaş ve kuru nimetleri onun eteğine koymuş ve dünyanın garip şeylerini onun önünde hazır etmiş olursun. Zira: «Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kur’ân’da olmasın.» (Kur’ân-ı Kerim, En’am Sûresi, âyet 59) buyurulmuştur. Böylece asla talak (boşanma) ve ayrılık gerçekleşmez.” dedi. Böylece adamı çok sevdiği hanımından boşanmaktan kurtardı.
Son iki hikâyeden anlaşılmaktadır ki Mevlânâ, hem Kur’ân ve dinî ilimleri iyi biliyor hem de bu bilgilerini, döneminde ortaya çıkan problemleri çözmede kullanabiliyordu. Hazret-i Peygamber gibi o da dine ve akla uygun pratik çözümler bulmakta mahirdi.
Bu eşsiz insan Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde yukarıda verilen hikâyelerin onlarcası vardır. Molla Câmî Mevlânâ için:
“Peygamber değil ama kitabı var.” anlamında: “Nîst Peygamber, velî dâred kitâb” demiş.
Bu söz, Mevlânâ’nın ve Mesnevî’nin bizim kültür dünyamızdaki yerini ve ağırlığını özetler. Mevlânâ’nın kendi ifadesiyle:
“Mesnevî, bir vahdet dükkânıdır, Allâh’ın en aydınlık yoludur, gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, doğru yolu buldurur.”
Diliyorum ki 800’üncü doğum yılı kutlamaları bu büyük insanın, insan-ı kâmilin Mesnevî’sini okumaya ve anlamaya vesile olsun.