Ulubatlı Hasan

ÜMİT FEHMİ SORGUNLU

Askerler o gün erkenden kalktı. Uykusuz geçen bir gecenin sabahında yüzler gergin, tedirgin ve heyecanlıydı. Dudaklarda hâlâ geceden kalma dua mırıltıları vardı. Bölük bölük, abdest tazelemek için ibriklere yürüdüler. İbrikçibaşının akıttığı incecik sulara birkaç el birden uzandı.

Hasan’ın içi içine sığmıyordu. Bu kutlu yolda kendisinin de öncü seçileceğine inanıyordu. Önce Molla Gûrânî ve Akşemseddin gibi büyüklerin himmeti, sonra da ok atmadaki mahareti ve güreşteki ustalığı veriyordu ona bu inancı. Her şeyden önemlisi Sultan Mehmed Hân’ı çok seviyor ve onun hislerine güveniyordu. Dün, çok yakından görmüştü onu. Beyaz atının üstünde, siyah sakalı, kartal burnu, sert bakışları ve uzun kaftanıyla heybetli bir şekilde bir noktadan diğer bir noktaya koşturuyordu. Bir ara gelip denizin kenarında durmuş ve hırsla Konstantinapol’e bakmış, sonra da kılıcını çekip atını hırsla denize doğru sürmüştü. Sonra da: «Ya Bizans beni alır, ya da ben Bizans’ı!» diye gürlemişti de, askerler şevke gelmiş, ovayı: «Allâhu Ekber» sesleri doldurmuştu. Bunu gören Hasan’ın gözleri dolmuş, Rasûlullâh’ın hadîsine mazhar olabilecek komutanın Sultan Mehmed olduğuna o an yürekten inanmıştı. Onun içindir ki, dünden güvendiği birkaç paşayı ziyaret etmiş, kendisinin de ön saflarda çarpışanlar arasına girebilmesi uğrunda yalvarmış ve gece sabaha kadar da dua etmişti.

Bugünkü büyük fetih hamlesi için sabah namazından sonra öncü kuvvet seçimi yapılacak ve hücum için sultanın emri beklenecekti. Bütün askerler âdeta düğüne gider gibi en temiz esvaplarını giyinip, namazdan sonraki büyük fetih hamlesi için hazırlanmışlardı.

Hasan, abdestini aldıktan sonra deniz tarafından gelen serin rüzgâra doğru yürüdü. Tan yerinin ağartısında Boğaz’ın sessiz ve derinden akışını seyretti bir süre. Doğup büyüdüğü Ulubat köyünü, anasını ve yavuklusunu düşündü. Sonra Boğaziçi ile köylerinin ilerisinde bulunan Ulubat Gölü’nü mukayese etmek istedi. Ulubat Gölü daha küçük ve durgun, Boğaziçi ise ürkütücü ve korkunçtu. Sularında kolay kolay kimseyi yıkandırmaz, ânında yutarmış. Esmer yüzündeki sert çizgiler bir anda yumuşadı. İnce dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Ulubat Gölü’nde yüzdüğü günleri hatırladı. İç geçirdi, ailesini düşündü. Şimdi ne yapıyorlardı acaba. Kesin, onlar da namaz için hazırlanıyor olmalıydılar. «Artık sizinle kısmetse öbür tarafta görüşürüz…» diye söylenerek sünneti kılmak üzere askerlerin arasına geri döndü.

Namazdan sonra hücum ânında ön safta görev alacak askerlerin isimleri okunuyordu. Hasan, ya ismim okunmazsa diye korkuyor, yüreği kafesinden çıkacakmış gibi atıyordu. Nihayet paşanın gür sesiyle: «Ulubatlı Hasan!» diye seslendiğini duydu. Sevinçten bir nâra savurarak: «Buradayım» diye bağırdı. Paşa, Ulubatlı’yı alıcı gözlerle yukarıdan aşağıya süzdükten sonra talimatını verdi.

“Yanına güvendiğin 30 kişi alacak ve sancağı burca dikeceksin. Haydi bakalım gazan mübarek olsun. Şimdi git sancağı teslim al!”

Ulubatlı Hasan heyecanla Sancaktarbaşı’na gitti. Büyük hücumda en ön safta yer alacağı için çocuklar gibi seviniyordu. Ordu içindeki gözü pekliği, güreşteki ve ok atmadaki mahareti nihayet semeresini vermişti. Dua ile sancağı teslim alıp üç defa öperek alnına koydu. Bir anda ortalık ana-baba gününe döndü. Sanki bir düğün alayı gibi bütün asker sevinç içinde birbiriyle kucaklaşıp helâlleşiyordu. Bütün arkadaşları Hasan’ın etrafını bir anda sardılar. Hepsi de: «Beni seç!» diye bağrışıyordu. Ulubatlı Hasan seçtiği isimleri tek tek ayırdıktan sonra talimatını vermeye başladı.

“–Arkadaşlar hep birlikte aynı noktaya hücum edeceğiz. Ben ortada olacağım. Allâh’ın izniyle bu mübarek sancağı burca dikeceğiz.”

Askerler hep bir ağızdan coşkuyla:

“–Allâhu Ekber!” diye bağırdılar.

Yiğitler, savaş düzeninde saf tutup beklemeye başladılar. Safın iki yanında da merdiven taşıyanlar yer aldı. Köyünde de arkadaşlarıyla at yarışı yaparken böyle saf tutar, köyün yaşlısının: «Başlayın!» komutunu beklerlerdi. Çoğu kez Hasan birinci olurdu. Hele köy içinde düzenlenen güreşte kimse sırtını yere getiremezdi. Öyle ki çoğu defa iki kişiyle birden güreşir, ikisini de yenerdi. Hücum emrini bekleyen askerlerin yürekleri hep bir atıyordu. Bütün orduda bir sessizlik hâkimdi. Bu sessizliğe inat bütün diller kıpır kıpır Kur’ân okuyordu. Nihayet beklenen an gelmiş, mehter hücum marşını çalmaya başlamıştı. Ulubatlı Hasan ve arkadaşları okun yaydan fırladığı gibi bir anda: «Allah Allah!» nidalarıyla ileri atılmışlardı.

Ulubatlı Hasan bir elinde sancak, bir elinde kalkan hızla koşuyordu. Bir süre sonra surların dibine gelmişlerdi. Bir anda merdivenler duvarlara dayandı. Hasan ilk merdivenden süratle yukarı doğru tırmanmaya başladı. Taburdaki diğer askerler de onu takibe başladılar. Sonra diğerleri. Sonra diğerleri. Hep birlikte surlara dayandılar. Atılan taşlara, oklara, üzerlerine dökülen kızgın yağlara rağmen yılmadan burçlara doğru çıkıyorlardı. Bazı askerler üzerlerine dökülen kızgın yağların yakmasıyla aşağı düşerken, bazıları da gelen oklara göğüslerini siper ediyorlardı. Ulubatlı Hasan burca yaklaşmak üzereydi. Yağmur gibi gelen oklara maharetle kalkanını siper ediyordu. Nihayet surların üzerine çıkmayı başardı. Bir an doğrulup aşağı doğru baktı. İlerilerde beyaz atının üzerinde bir kartal gibi duran Sultan Mehmed’i gördü. Daha bir coştu. Ne olursa olsun elindeki sancağı burcun üzerine dikecekti.

Sultan Mehmed, surların tepesinde fetih sancağını dikmek üzere olan Hasan’a heyecanla baktı:

“–Eğer sultan olmasaydım, Ulubatlı Hasan olmak isterdim.” dedi. Sonra haykırdı:

“–Haydi, aslanlarım ileri!”

Bir anda ortalık toz-dumana karıştı. Allah Allah sesleri arasında Osmanlı ordusu hücuma geçti.

Üzerine gelen oklara ve kılıç darbelerine rağmen Ulubatlı Hasan, önüne geleni enli palasıyla yıkıyordu. Fakat peş peşe vücuduna saplanan oklar, Hasan’ı iyice tüketti. Bir adım daha ileriye attıktan sonra Ulubatlı, sancağı surların üzerine «yâ Allah!» diyerek sapladı.

Onun bu hâlini gören arkadaşları yetişip Hasan’ın etrafına halka oldular. Sancağın artık emin ellerde olduğunu anlayan Hasan artık huzurluydu. Fetih sancağı burçlara dikilmişti. İstanbul artık bizimdi. Gözleri çok sevdiği kartal burunlu, kartal bakışlı sultanını aradı. Onu çok seviyordu. Rasûlullâh’ın: «Kişi sevdiği ile beraberdir.» hadîsini hatırladı.

Şehadet şerbetini içtiği son nefesinde son sözü kelime-i şahadet oldu.