Fethin Temeli
ALİ HÜSREVOĞLU
Canlar cânı Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha Mekke’deki zor şartlar altındaki günlerden itibaren ümmetine büyük hedefler ve yüce gayeler telkin etmeye başlamıştı. Çünkü ancak büyük hedefleri olan milletler, uzun ömürlü olabilir ve ayakta kalabilirlerdi.
Ufuk Peygamberimiz, İslâm’ı anlattığı insanlara: “Kendisine tâbî oldukları takdirde o günün iki büyük devleti olan İran ve Bizans’a hâkim olacaklarını” söylüyordu. O güne göre dünyanın ücra bir köşesinde, henüz ne olduğu büyük çoğunluk tarafından anlaşılmamış bir dâvânın bu denli sahiplenileceğini, büyüyeceğini akıllar tartamıyor, bu sebeple O’na -hâşâ- «mecnun» diyorlardı. Bir avuç Müslümanın varlık mücadelesi verdiği günlerde Allah Rasûlü yine: “Kendisine uyulduğu takdirde yarımadanın bir ucundan diğer ucuna bir kadının bile yalnız başına hiçbir şeyden korkmadan yolculuk yapabileceğini” söylüyordu.
Öyle bir zamanda bunları söylemek, Yemen ve Şam ticaretinden ve Kâbe’ye gelen hacılarla canlılığını koruyan ekonomiden başka düşünceleri bulunmayan insanların aklına yatacak şeyler değildi.
Bu akla yatmayan şeylerden biri hicretin sekizinci yılında Mûte Savaşı’yla gerçekleştiğinde İslâm’ın ve Peygamberimiz’in azılı düşmanlarından biri olan Safvan bin Ümeyye, samimî dostu İkrime bin Ebû Cehil ile konuşuyor ve Hazret-i Muhammed’in ileri görüşlülüğüne hayranlığını dile getiriyor, hattâ böyle bir savaşa kendisi katılamadığı için duyduğu üzüntüyü ifade ediyordu. İkrime hemen telâşa kapılarak: “Muhammed’in dinine girerek mi?” diye sorunca Safvan:
“Hayır hayır! Fakat bize karşı da olsa içimizden birinin çıkıp Bizans gibi muazzam bir devletle savaşa cesaret ettiği bir durumda; ne pahasına olursa olsun ben de O’nunla savaşmayı milletimin şerefi sayarım…” diyordu.
İşte müşrik zulmünün sabırları taşırdığı Mekke günlerinde Peygamberimiz böyle büyük hedefleri görüyor ve söylediğini, kendine tam bir güven içinde söylüyordu. Bir insanın görebileceği hedef, kalbindeki ışığa göredir. Bir peygamberin görebileceği hedef ise bütün zamanların ve mekânların ötesindedir. Bu ileri görüşlülük en azılı muhalifleri bile eritiyor, bir süre direnseler de Müslümanlar safında yer almaktan başka çareleri kalmıyordu. Bu ise, kesinlikle zorlamayla değil; anlayarak ve içten gelerek oluyordu.
İşte aziz İstanbul’un -misafiri değil- aziz sahibi Ebû Eyyûb
el-Ensârî’nin evinde misafir kaldıkları günlerde, Efendimiz: “denizin iki yakasında toprakları olan bir şehrin ümmetine nasip olduğunu”, bir başka defasında: “ümmetinden sâlih bir kimsenin İstanbul surları dibinde şehid olduğunu” görüyordu. Bu güzel rüyalarla işaret edilen hedef, Müslüman topluluklarının en büyük ideallerinden biri olarak asırlar boyu nice kumandan ve askeri peşinde koşturuyor ve nihayet Rasûlullâh’ın Medine’yi şereflendirmesinin sekiz yüz elli yedinci senesinde İstanbul surlarına İslâm sancağı dikiliyordu.
Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- Rasûl-i Ekrem’i Medine’ye hicret ettiği günlerde evinde misafir etmiş, O’nun yakın hizmetinde bulunma mutluluğuna ermiş, O’nu hiç incitmemiş ve uzun vadeli dualarını almış çok zarif bir sahâbî idi. Râşid Halîfeler sonrasında idareye gelenlerin İslâm ve insafla bağdaşmayan bazı davranışları elbette birçok Müslümanı incitmiş, fakat diğer yandan o dönemde bazı büyük hedefler de yakalanmıştı. Tüm olanlara rağmen Ebû Eyyûb, Muâviye’nin oğlu Yezid döneminde düzenlenen İstanbul Seferi için seksenine merdiven dayamış yaşlı bir sahâbî olarak hemen hazırlanıp yola düştü.
Engellemek için çok uğraştılar: “Efendim, gideceğimiz yer çok uzaktır, soğuktur, karlıdır. İklimi buraların havasına benzemez. Hem bu yaşta deve üzerinde bu kadar yolu gidemezsiniz. Yorulur, hastalanırsınız!” dediler. Bunların hiçbirine itibar etmedi ve:
“Ben gidip sur dibinde şehid olacağım. Rasûlullâh’ın benim için müjdesi vardır…” diye cevap verdi.
Kimse bir şey diyemedi. Eğer İstanbul bu seferde fethedilirse varsın şeref birilerinin olsundu. Bunun Ebû Eyyûb için hiç önemi yoktu. Mühim olan Rasûlullâh’ın gösterdiği bir büyük hedefin yakalanmış olmasıydı. Bu sebeple on beşindeki bir delikanlı heyecanıyla yola hazırlandı. Tâ o zamandan gelip bu toprağa sahip çıktı.
İstanbul surları dibindeki bu şehid sahâbî -halkımızın ifadesiyle- Eyüp Sultan Hazretleri; İstanbul’un mânevî muhafızı, mübarek türbeleri de İstanbul’un âdeta kalbi olmuştur.
İşte İstanbul fethinin ilk temel taşı budur. Sultan Fatih bu şuurda bir insan olduğu için fetihten sonra ilk işi Hazret-i Ebû Eyyûb’un kabrini tespit ettirmek olmuştur. Fatih Sultan Mehmed de tıpkı bu şehid sahâbî gibi Hazret-i Peygamber’in gösterdiği büyük hedeflere koşan bir yürek idi. O da bir başka hedef için çıktığı sefer esnasında Gebze taraflarında şehid düştü.
Fetih yolunda şehadet müjdesine nâil olan Hazret-i Ebû Eyyûb’u ve: “O ne mutlu kumandandır!” iltifatına mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Hân’ı rahmet ve minnetle anıyoruz.