Bir Hayat Tarzı: Hizmet

NURETTİN KORKUT

Bu gün dünyanın neresine gidersek gidelim büyük bir hizmet ihtiyacı ve talebiyle karşı karşıya kalmaktayız. Hizmet alanları muhtelif olduğu gibi hizmet çeşitleri de muhtelif.

Çünkü batı tarzı medeniyet çarkının zehirli dişleri, tüm dünyaya yayılmış durumda. Fıtrata ters olan bu hayat tarzı, bütün dünyada samimî bir yüreğe, uzanacak şefkatli bir ele, içten parıldayan bir tebessüme ve tatlı bir bakışa muhtaç olan, gece gündüz güçlülerden imdat bekleyen kitleleri artırmakta.

Böyle olunca insanlara hizmet şuurunu bir hayat düsturu edinmiş, fedakâr, samimî, gayretli gönüllere olan ihtiyaç da her zamankinden daha çok. Bugün dünyanın en büyük ihtiyacı bu.

Bu noktada zaruretlerin muhtelifliği nispetinde hizmetler üretmeliyiz. Tabiî maddî ve mânevî kabiliyetimiz miktarınca. Çünkü:

“Allah, her bir kişiyi ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef tutar.” (Bakara, 2/286)

Bu itibarla hizmetleri büyük hizmet-küçük hizmet diye ayırmamalıdır. Sadece samimiyetle onları yürütmelidir. Kula düşen hangi hizmeti yaparsa yapsın, kalbini her an yoklaması ve bu yaptığı hizmette niyetinin merkezinde Allah rızâsının olması gerektiğinin idrakinde olabilmesidir.

Geçenlerde bir dostum anlattı:

Seksen iki yaşındaki bir hayırsever, minibüsüyle lokantaların kapanacağı, gece saat on bir civarlarında tek tek lokantaları gezip kalan yemekleri topluyor, gece yarısı saat üçe kadar daha önceden tespit ettiği fakir evlere dağıtıyormuş.

İşte Allah rızâsı için bir hizmet örneği. Yani; «Hizmet etmek için imkânım yok.» demek geçerli bir mazeret oluşturmuyor. Yaşlı olmak, dünyanın çeşitli meşgaleleri ile meşgul olmak da hizmet için bir engel teşkil etmiyor. Hizmeti bir hayat tarzı hâline getirenler her hâlükârda hizmet ortamlarını da kendileri meydana getiriyor.

Günümüzde haberleşme ve ulaşımdaki gelişmeler sayesinde dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların dertlerinden haberdarız. Mademki duyuyoruz, mademki görüyoruz muhakkak yapabileceğimiz bir şeyin olabileceği ihtimali uykularımızı kaçırmalı değil mi? Yapacak hiçbir şey bulamasak, ellerimizi açmalı dua etmeli değil miyiz?

Bir dostumuz «Afrika’dan döndükten sonra evimdeki sofrayı görünce kendimden utandım.» demişti. Susuz köyleri, aç ve sefil insanların dramını anlatmıştı. Muhabbet kuşlarına verilen yemlerin su ile kaynatılıp yegâne yemek olarak yendiğinden bahsetmişti. Acaba biz bir sofraya oturduğumuz zaman o insanların açlığını ne kadar hatırlayabiliyoruz?

Dünyalık kârlar için insanoğlunun ne risklere girdiğini ve ne emekler harcadığına hepimiz şahit oluyoruz. Dünya kazancını artırabilmek için en kârlı ülkelere yatırım yapma konusunda bir yarış var. Hedef, en az maliyet ve en az riskle en yüksek kârı yakalayabilmek.

Acaba bunlardan daha da yüksek kâra dönüşecek ebediyet ile ilgili yatırım heyecanımız, gayretimiz ne durumda? Buna cevap verirken şu âyet-i kerîmeyi tekrar tekrar okumak herhâlde zarûrî:

“Gerçek müminler ancak şu kimselerdir ki, Allah ve Rasûlü’ne îman edip sonra da îmanlarında şüpheye düşmezler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad (yani bütün imkânlarıyla sa’y ü gayret) ederler. İşte (îmanlarında) sâdık olanlar bunlardır.” (Hucurat, 49/15)