SU KASİDESİ’NDE GÜRÜL GÜRÜL AKAN PEYGAMBER SEVGİSİ

SEYR

M.ALİ EŞMELİ

Bir gün Hazret-i Ömer, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

“–Yâ Rasûlâllah, Sen’i canım hâriç, her şeyden daha çok seviyorum…” dedi.

Hazret-i Peygamber Efendimiz de:

“–Bir kimse, beni, anasından, babasından, canından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, kâmil mânâda îman etmiş sayılmaz!” buyurdular.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer:

“–Seni canımdan da çok seviyorum, yâ Rasûlâllah!” diyerek muhabbet tazeledi.

O günden beri bu zirve muhabbet, bütün peygamber âşıklarının yegâne ölçüsü oldu. Hiç kimse bu yüce muhabbete başka bir şey katıştırmadı. Samimî ve bağrı yanık âşıklar, O’nu her türlü beşerî sevgi ve ilginin üzerinde tuttular.

Su Kasidesi’nden gürül gürül akan aşk beyitlerinin öncesinde bu gerçeği vurgulamamın sebebi, bu şiirin nesib bölümündeki ilk beyitleri Hazret-i Peygamber sevgisi dışında ve üstelik bir kadın sevgisinden bahsediyor şeklinde bazı hatalı şerhlerin yapılması…

Oysa Fuzûlî, Hazret-i Ömer gibi sevgisinin katıksız olması için daha kasîdenin başında «KASÎDE DER NA’T-İ HAZRET-İ NEBEVλ diyerek şiirinin muhtevâ ve yönünü netleştirmiştir.

Hâl böyleyken şiirdeki nesib/giriş bölümünde önce îmâ yollu anlatım yapılmasına sığınarak burada anlatımı başka bir sevgiliye kaydırmak, hem abes, hem de hürmetsizlik olur. Ayrıca bu yaklaşım ilmî de değildir. Çünkü kasidelerin nesib bölümleri, asıl bölümlerin kapısıdır. Çünkü cami girişi, mihrabına göre olur, lokanta mutfağına göre değil.

Kaldı ki uzun şiirler olan kasidelerdeki nesib bölümleri, şiirin bütününü okutabilmek için îmâ/merak çekici bir kapalılık ile oluşturulur. Yani muhatap, asıl konuya adım adım ve merakla mıknatıslanır. Böylece hem şiirin bütününün okunması sağlanır, hem de mânâdaki vurgu gücü artırılmış olur.

Bu tarz bir manevrayı görmezden gelip de kasidenin îmâ ve işaret bölümünü asıl muhtevâya yakışmayacak yorumlarla te’vil etmek, hiçbir gerekçeyle telif edilemez.

Bir de bu noktada na’tın ve Hazret-i Peygamber muhabbetinin ne olduğunu bir kez daha hatırlamak gerek.

Na’t ki, Peygamber âşıklarının hisli gönüllerinden taşan ve merkezinde sırf Hazret-i Peygamber’in bulunduğu bir muhabbet terennümüdür. Sadece O’na «merhaba» deme ve O’na yakınlaşma arzusudur. O’nun saçtığı rahmet incilerinden kapabilmek ve yüce şefaat-i Nebevî’ye nâil olabilmek coşkusudur. Sevgililer sevgilisi Hazret-i Peygamber’e, katıksız sevgilerin en güzelini sunabilmektir.

Na’t ki, O’nun hasretiyle yanışın artık dayanılmaz bir raddeye gelmesiyle gönlün,  feryâd ü figān etmesidir. Dağlar, taşlar, hayvanlar ve nebatlar, hattâ bir kütüğün bile dayanamadığı ayrılık ateşinin, O’na inanıp ümmet  olan dimağlarda, yana yakıla O’nun mübarek izini arayışa dönüşmesidir na’t…

Yunus’un diliyle:

Arayu arayu bulsam izini,

İzinin tozuna sürsem yüzümü,

Hak nasîb eylese görsem yüzünü,

Yâ Muhammed canım arzular Sen’i…

demektir na’t.

Her zerre-i hâk-i kadem-i Hazret’ine;

Cânım da fedâ, ten de fedâ, ben de fedâ!..

“Sen’in o mübarek ve yüce ayağının toprağının her tozuna, canım da, tenim de, kendim de feda yâ Rasûlâllah!..” demektir.

Garîk-i bahr-ı isyânım,

Dahîlek yâ Rasûlâllah!

“Günah ve hata denizinde boğulmaktayım; Sana sığındım, şefaat et Ey Allâh’ın Rasûlü!..” demektir.

Bu deyişlerin kudreti de, o gerçek âşıkların Hazret-i Peygamber’i gıptadan daha öteye samimî bir aşk ile sevmeleridir. Çünkü sevgiler, kuru bir gıptada kalırsa, dilden gönle, gönülden de dile aksetmez. Günümüzdeki bazı aksak na’tların sebebi ve en büyük eksikliği de budur.

Bunu aşmanın yolu, Hazret-i Peygamber’i Hazret-i Ömer’in ölçüsüyle sevmek ve bu sevgiyi oluşturabilecek bir yakınlıkta tanımaktan geçer. Çünkü bu mazhariyetin nasip olduğu gönüllerde na’t, âdeta şelaleler misâli coşkun oluyor. İşte bu kıvamın en güzel örneği:

Su Kasidesi…

Hazret-i Peygamber’e âşık gönüllerin hiç dinmeyen seli ve O’nu görmeye hasret gözlerin coşkun çağlayanı…

Yazıldığı günden beri Hazret-i Peygamber aşkının gürül gürül aktığı mısraların oluşturduğu bir muhteşem kaside…

Her damlası bir muhabbet deryası olan bu kasideyi şekil ve muhteva özellikleri itibarıyla bütünüyle ele alsak, herhâlde mısra sayısı kadar ciltler ortaya çıkar. Böyle çalışmanın ilk satırları olmaya namzet bazı beyitleri incelesek bile nokta koyamayacağımız bir aşk ırmağının ortasında buluruz kendimizi.

O ırmak, kim bilir hangi deryalara götürür bizi. Bu deryalar ki, gönüldeki sevda ateşinden doğmuştur. Dolayısıyla onun damlaları da âteşîndir. Yani adı gözyaşıdır belki fakat yürekte alev alev yanan aşk ateşini söndürücü değil, bilâkis daha da tutuşturucu bir vasıftadır. Bunun için Fuzulî, Su Kasidesi’ne, bu gerçeğe vurgu yaparak başlar:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su

Kim bu denlû dutuşan odlare kılmaz çâre su

“Ey göz! Gönlümdeki (şu alev alev yanan) ateşlere, gözyaşından (boşuna) su dökme! Çünkü bu derecede tutuşmuş olan ateşlere artık su da çare değildir.”

Çünkü, o sular da artık aşk ateşinin birer yalazı gibi olmuştur. Fakat âşık yine de hasretinden ağlamaktadır tabiî ki. Ağlamaktadır, ama döktüğü yaşlardan medet ummamaktadır. Zira onun aşkının çaresi ve devası, gözyaşı değil, ancak vuslattır. Vuslat arzusunu da kavuşmaktan başka hiçbir şey teselli ve teskin edemez. Hele bu aşk ve vuslat iştiyâkının sebebi Hazret-i Peygamber ise… O zaman âşık elbette ki, mum gibi değil güneş gibi hiç sönmeden yanacaktır. Fuzûlî’nin henüz kaside başında gözlerini bu hususta îkaz etmesi bundandır.

Çünkü;

Peygamber sevgisi, öyle bir sevgidir ki, onun kökü, îmanın yüce toprağına ekilmiştir… Öyle bir sevgidir ki, ezelî ve ebedî muhabbetin yegâne kıvılcımıdır. Öyle bir sevgidir ki, onun kaynağı bizzat Allah’tır.

İşte Fuzûlî, Hazret-i Peygamber’e böyle bir sevgi ve aşk hâlindedir. O’na ümmet olma şerefinin zevki ile dolu bir iştiyâk içindedir… Bu sebeple şairde aşk ateşi ile hasret ateşi bir araya gelmiş ve gönlündeki yangın büyüdükçe büyümüştür. Nihayet, suların bile söndüremeyeceği bir hâle bürünmüştür. Zaten Su Kasidesi’nin de mısra mısra derya gibi, hem de kavurucu ve yakıcı bir vasıfta damlamasının kaynağı da şairin bu hâli olmuştur.

Gerçekten ateş, eğer iyice büyümüş ve yakıcılığı da son raddeye varmış ise, artık su onu söndüremez. Bilakis daha da alevlendirir. Çünkü suyun yapısı da iki hidrojen bir oksijen olması itibarıyla tamamen yanıcı bir özellik taşır. Suyun nasıl yandığını, birtakım deniz kazaları neticesinde meydana gelen büyük yangınlarda daha net bir şekilde herkes müşahede etmiştir. Zaten amansız hâle gelmiş yangınların su ile söndürülmeye kalkışılmaması da, bundandır.

Bu maddî gerçeklerin mânevî iklimde tecellî etmiş misâlleri de yok değil. Hattâ onlar, çok daha kuvvetli. Böyle bir kıyasta maddî ateş, mânevî ateşin yanında âdeta sönük bir mum gibi kalır.

Hem Su Kasidesi’nin ilk beytiyle alâkalı olması hem de bu gerçeği ifade sadedinde Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin şu kıssası pek mânidardır:

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, her sabah üstâdı Muhammed Üftâde Hazretleri’nin abdest suyunu dökmektedir. Ancak kış aylarında ve soğuk günlerde suyu ısıtarak hazırlamakta ve hocasına böylece hizmette kusur etmemeye gayret sarf etmektedir. Ancak soğuk bir kış sabahı Hüdâyî Hazretleri, biraz geç kalkması dolayısıyla hocasının abdest suyunu ısıtmaya vakit ve fırsat bulamaz. Hocası odasından çıkmak üzeredir. Hazret-i Hüdâyî, büyük bir üzüntüye kapılır. Hocasının o mübarek ellerine bu ısınmamış buz gibi suyu nasıl dökecektir?!.

Bin bir hüznün girdapları arasında boğuşurken tek yapacağı bir şey kalmıştır: Allâh’a ilticâ…

Hemen su testisini göğsüne bastırarak başlar “Allah” lâfzını tekrarlamaya..

Bu sırada hocası kapıda görünür.  Hüdâyî Hazretleri çekinerek hocasının yanına varır. Ondaki bu tedirginlik ve telâşı sezen Üftâde Hazretleri merakla seslenir:

“–Hayrola evlâdım, niye testiyi göğsüne bastırmış öyle bakıyorsun? Haydi döküver!..”

Bunun üzerine Hüdâyî Hazretleri suyu dökmeye başlar. Ama o ne? Hocası, suyun eline değmesi ile beraber başını kaldırmıştır:

–Mahmud evlâdım, su biraz fazla ısınmış!”

Hüdâyî Hazretleri de şaşkındır:

“–Nasıl olur efendim, suyu ısıtmamıştım ki?!.”

Üftâde Hazretleri, mânâlı mânâlı tebessüm eder:

“–Evlâdım, bu su odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..”

Gönül ateşi ki, odun ateşinden daha yakıcı…

İşte Fuzûlî’nin bahsettiği gönül ateşi de böyle bir ateş… Bu ateşi, gözyaşlarından dökülen damlalar söndürebilir mi?

Ne mümkün!

Bu bir aşk yangını. Suyu da çaresiz bırakan bir gönül yangını. Bu yangında gece gündüz inleyen şairin Su Kasidesi’nde ilk beytinin her kelimesine sinen feryâdı da:

İlle vuslat, ille vuslat…

Çünkü hasret dolu âşığın bütün iştiyâkı bu. Öyle ki Fuzûlî, içindeki aşk ateşini söndürmemesi için gözlerini ağlamasın diye ne kadar îkaz etse de yine coşkun seller misâli yaşlar dökmektedir. Nitekim ilk beyitte söylediklerini bir tarafa bırakıp şöyle demekten de kendini alamaz:

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem

Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâre su

 “Bilemiyorum; ya şu dönen gök kubbenin rengi suyun rengindedir, ya da gözümden (döktüğüm) su(lar, yani gözyaşlarım), dönmekte olan gök kubbeyi (kendi rengiyle) çepeçevre kuşatmıştır.”

Çünkü gözyaşı, bir vuslat arzusudur. Mahbubun, âşığa karşı gönlünün yumuşamasına, şefkat ve merhametine vesiledir. Çünkü gözyaşı, seven ile sevilen arasında bir gönül akışıdır. Gerçek muhabbet, ancak o gözyaşlarıyla zirveye ulaşır. Ayrıca gözyaşı, sevgiliye karşı istenmeyerek de olsa yapılan hataların bir nedamet hâlidir ki, her damlada âşık, sevdiğinden bir af deryası talep etmiş olmaktadır.

Bu gözyaşı, can u gönülden boyun büküştür. Teslimiyettir. Sevgiliyle kalben aynîleşmedir. O’nun mânevî rengine boyanma ve hakikat baharına vâsıl olmadır. Bu gözyaşı, özün en derin duygularının dışa yansıması, aşk sırrının zâhir olmasıdır. Bu gözyaşı, aşkın rahmet dolu damlalarıdır. Âşığın feyz hâlidir.

Bilhassa Hazret-i Peygamber aşkıyla dökülen gözyaşları, ayrı bir kıymet ve mânâ taşır. Onların her damlası, her türlü inciden daha kıymetlidir. Çünkü O Âlemler Sultanı, Habîb-i Hudâ olarak varlık bahçesinin en müstesnâ gülüdür. Öyle bir gül ne yaratılmıştır, ne de yaratılacaktır. Yaratılışta ilk, peygamber olarak gönderilişte son olmasının bir sebebi de bu hikmet dolayısıyladır. Yani o Güller Gülü’nden sonra peygamberlik kapısının kapatılması, aynı zamanda O’nun yegâneliğine bir işarettir. Şair bu gerçekleri şöyle ifade eder:

Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su

“(Yâ Rasûlâllah! Ey aşk bahçesinin emsalsiz goncası! Ey Güller Gülü! Senin o eşsiz güzelliğine baksın da) bahçıvan, gül bahçesini tamamen suya versin; hiç boş yere zahmet çekip durmasın! Çünkü binlerce gül bahçesi sulasa da asla Sen’in gibi bir gül yetiştiremez…”

Bu ifade, Hazret-i Peygamber’in emsalsizliğini anlatmanın yanında O’ndan sonra peygamber gelmeyeceğini de vurgulamaktadır.

Beyitte dikkat çeken bir diğer husus ise, ilk kelimenin «su» ile başlayıp son kelimenin de «su» olması. Yani aşk ateşiyle yanan şair, Hazret-i Peygamber’in mânevî huzurunda âdeta: «Suu, su!» diye inlemektedir. Bu inleyiş, şiirin bütününde de yer yer ortaya çıkar. Çünkü su da O’nun temiz vasfı ile berrak olmuş; bereket, rahmet ve hayat vesilesi hâline gelmiştir. Böylece:

Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme

İktidâ kılmış tarîk-ı Ahmed-i Muhtâre su

“Su, Ahmed-i Muhtar -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yoluna tâbî olduğundan dolayı tertemiz olan berrak fıtratını şu âlemde yaşayan herkese tescil ettirmiştir…”

Yani nimetler içerisinde su, O’nun/Hazret-i Peygamber’in bereket ve rahmetinden istifade ile varlıklar için rahmet olmuştur. Bu hakikat etrafında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in su ile alâkalı mûcizeleri de hayli çoktur. İşte bunlardan biri:

Tebük’e bir günlük mesafe kaldığında, İslâm ordusu yine büyük bir susuzluk çek­mekteydi. Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«Siz, yarın inşallâh Tebük kaynağına ula­şacaksınız!» buyurdu.

(Ertesi gün kaynağa ulaşılınca) mevcut su, avuç avuç bir su kırbasına toplandı. Hazret-i Peygamber onunla ellerini ve yüzünü yıkadı ve kaynağa geri serpti. Sonra ucu demirli üç sopayı kaynağa batırdı. Derhâl (billur gibi) üç kaynak fışkırmaya başladı. Bütün mücahitler susuzluğunu giderdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (bana):

«–Ey Muaz! Uzun bir ömrün olsaydı, çok geçmeden bu su ile buraların bağ ve bah­çelerle dolu olduğunu görürdün!» buyurdular.” (Müslim, Fedâil, 10; Ahmed, V, 238)

Su Kasidesi’nde döne döne «Suu, su!» diyen şair, Tebük’teki bu mûcize vesilesiyle Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bereket, rahmet ve cömertliğini şöyle dile getirir:

Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz

El sunup urgaç vuzû’ içün gül-i ruhsâre su

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gerek yüzünü yıkamak gerekse abdest almak için (üç beş damlalık) suya (bile) ellerini değdirdiğinde her damladan binlerce rahmet denizi meydana gelmiştir.”

Denilebilir ki, O’nun mûcizesiyle coşkunlaşan ve O’na tâbî olduğu için pırıl pırıl hâle gelip de hayat kaynağı olan su, tabiî olarak aşk-ı Muhammedî’de pek çok varlıktan öne geçmiştir. Yerinde duramaz hâle gelmiştir. O’na kavuşmak için yollara baş koymuştur. Dünyanın dört bir yanında O’na doğru dağı-taşı aşarak gürül gürül akmaktadır. Âdeta:

Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl

Başı daşdan daşa urup gezer âvâre su

“Su, Hazret-i Peygamber’in ayağının toprağına ulaşabilmek için ömürler boyunca, hiç durmaksızın, (O’nun aşkından sarhoş ve) âvâre bir âşık gibi (ayrılık acısından dolayı) başını taştan taşa vurarak (ağlaya ağlaya O’na doğru) akmaktadır.”

Ne mutlu hayat bahşeden aşk-ı Muhammedî ikliminde sular gibi çağlayanlara!

Ne mutlu ayrılık ve gurbet diyarında hiç sönmeyecek bir aşk ateşi ile tutuşup da O’na doğru bir ömür boyu gürül gürül, dağı-taşı aşarak, gözyaşları içinde akabilenlere!

Ne mutlu O’nun muhabbet kevserinden her nefeste tadarak gönül gönül O’nun vuslat testisine nâil olabilenlere…

Ne mutlu!..

Ebediyete kadar ne mutlu!