MAHLAS NÜKTELERİ 4

PROF. DR. NİHAT ÖZTOPRAK

XVII. yüzyılın sivri dilli, nüktedan şairi Nef’î (öl. 1635) ilk önceleri «zarar veren, zararlı» anlamına gelen «Darrî (Zarrî)» kelimesini mahlâs olarak seçmişti. Mahlâsına uygun olarak yalın kılınç etrafını kırıp geçirmekte iken, devrin âlim şairlerinden Gelibolulu Âlî (öl. 1600), zararlı değil yararlı olması temennisiyle ona «faydalı, yararlı» anlamlarına gelen «Nef’î» kelimesini mahlâs olarak teklif etti. Âlî, bu davranışıyla esasen bir sünneti de yerine getiriyordu. Zira Hazret-i Peygamber bir hadisinde: “Siz kıyâmet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız, öyle ise isimlerinizi güzel kılın.” buyurmuş ve devrinde birçok kişinin ismini, anlamı kötü olduğu için değiştirmişti. Bu anlayışın bir tezahürü olarak Türk milleti tarih boyunca anlamı güzel ve faydalı kelimeleri; örnek Türk ve İslâm büyüklerinin adlarını, çocuklarına isim olarak seçmeye gayret etmiştir. Bunlar arasında hayatta en çok sevdiği insanın yani Hazret-i Peygamberin ismi başta gelmektedir. Bu tercih dün olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Nitekim istatistikler Ahmet, Mehmet, Muhammet, Mustafa, Ali, Hasan, Hüseyin, Bekir, Ömer, Osman kelimelerinin en çok tercih edilen Türk ismi olmaya devam ettiğini göstermektedir.

Sürûrî, güzel ismin insanın tabiatına ve bahtına tesir ettiğini duymuş ancak kendisinde böyle bir tesir görmediğini bir beytinde konu etmiştir:

Didiler te’sîr ider ism-i müsemmâ da velî

Ey Sürûrî görmedüm âlemde handân olduğun

Sürûrî sevinç, mutluluk anlamına gelen mahlâsına gönderme yaparak: “Ey Sürûrî! İsmin, sahibine tesir ettiğini söylerler ancak ben bu âlemde (ismin sevinçli anlamında olduğu hâlde) senin hiç güldüğünü görmedim.” diyerek şikayetlenir.

Güzel isim seçme geleneğine bir örnek de şair Sâmî (öl. 1881)’nin mahlâsının verilişinde görülmektedir. Sâmî, on beş yaşında iken bir beyit söylemesi üzerine hocası «Sabîh» mahlâsını vermişti. Fakat babası,

“Bu mahlâs; nasârâ kokuyor, mahlâsın «Sâmî» olsun, diyerek değiştirmiş ve daha sonra bu mahlâsla tanınmıştır.*

Âşık Çelebi’nin bildirdiğine göre adı Ali olan birinin önce mahlâsı «Kemâlî» idi. Eş-dost «Kem âlî» diye alay ederdi. Ondan vazgeçip «Bahârî» mahlâsını aldı. Bu sefer de dostları «bahâr» kiliseye derler, ne kâfirce mahlâsın var demeye başladı.

Mahlâs seçimiyle ilgili her iki nükteden de anlaşılıyor ki halk, seçilen kelimelerin güzel anlamlı olmasını ve farklı inanç ve kültürden olmamasını istiyor. Aksi hâlde tefe koyup cezasını kendi veriyor.

KİLİSEYE MUM İLETMİŞ

Mahlâsların anlamları üzerine nükteler bitmez. Bunlardan biri de Latîfî Tezkiresi’nde Şem’î ve Mesîhî için anlatılan bir kıssadır. 16’ncı yüzyıl şairlerinden Şem’î ile Mesîhî arkadaştır. Rivâyete göre bu iki şair bir gün beraber Galata’da gezerken kiliseye uğramışlar. Orada Hıristiyan dilberlerin erkeklerle beraber bir arada bulunuşları dikkatlerini çekmiş olmalı ki, olanları uzun uzun seyretmişler. Bilindiği gibi Galata çoğunlukla gayri müslim vatandaşların yaşadığı bir yerdi. Bu bölgede hür bir şekilde varlığını devam ettiren Hıristiyan tebaanın kendi inanç, örf ve kültürü çerçevesinde yaşayışı Müslümanların dâima merakını celbetmiştir. Bu merak sâikıyla ara sıra Müslüman halk, bu bölgeyi gezerek gayri müslimlerin hayatlarını izlemek istemiştir. Şem’î ve Mesîhî’nin gezisi de muhtemelen böyle bir amaç taşıyordu. Ancak tesadüfe bakın ki başka nüktedan bir şair daha aynı kiliseyi geziyormuş. Şem’î ile Mesîhî’nin orada olduğunu görünce ikisinin bir araya gelişini lâtife yollu kayda geçirmekten ne kendini alabilmiş ve ne de kalemine söz geçirebilmiş:

Galata’da Mesîhî deyre varmış

Meger Şem’î anınla bile gitmiş

İşidenler galat edip dediler

Mesîhî kiliseye mum iletmiş

Şöyle demektir: “Mesîhî Galata’da kiliseye gitmiş. Meğer Şem’î de onunla berabermiş. Bu hâli duyanlar: «Herhâlde Mesîhî kiliseye mum götürmüş.» dediler.” Şair, «mesîhî» kelimesini hem mahlâs hem de Hazret-i İsa, «şem‘î» kelimesini de hem mahlâs hem de mum anlamlarında tevriyeli kullanarak şairane bir lâtife yapmıştır.

CANLISI DA MURDAR, ÖLÜSÜ DE

İki şair arkadaştan birinin mahlâsı Hayâtî, diğerinin Postî olunca aralarındaki şakalaşmalar da elbette mahlâslardaki anlam tezadına dayalı olacaktır. Bilindiği gibi hayâtî, canlı, hayata mensup anlamlarına gelir. Post ise temizlenip, tuzlanıp, kurutulmak ve bunun gibi tabaklama denilen birtakım işlemlerden geçirildikten sonra kullanılacak şekle getirilmiş olan tüylü hayvan derisine denir. Bu tabir mecaz yoluyla makam, şeyhlik makamı yerinde kullanılır. Bu yüzden dilimizde «posta oturmak, posta geçmek» deyimleri belli bir olgunluğa erişmek, şeyhlik makamına ulaşmak ve benzeri anlamlarda kullanılmıştır.

16’ncı yüzyıl şairlerinden Hayâtî ile Postî’nin şakalaşmaları dönemin zürefâsının dilindedir. Bunlardan birinde Hayâtî arkadaşına lâtife olsun diye cevaplandırması dileğiyle bir kâğıda söyle bir not yazarak gönderir:

“İt postı, domuz postı tabaklama ile temiz olur mu? Cevap verip sevaba giresin.”

Postî, arkadaşının kendine hile ile it, domuz dediğini anlamayacak kadar saf değildir. Nükteye aynıyla mukabele etmek gerekir düşüncesiyle şu anlamlı cevabı yazıp gönderir:

“Hayatı da murdar, ölüsü de.”

Bu cevapla Postî sevaba girmiş midir? Varın orasını siz düşünün.

EDİRNE’NİN ÇAMURU

Edirne’nin çamurundan bunalan nahif şair Refîkî, biraz da eleştiriyi seven kişiliğinin dürtüsüyle bu durumu dile getiren bir beyit söylemişti:

İlâhî lutf idüp kurtar bizi bu şehr-i bâtıldan

Kişi anı ne seyr itsün geçilmez âb ile gilden

“Ey Allâhım! Lutf edip beni bu batıl (çürük, bozuk, boş, geri kalmış) şehirden kurtar, çamurundan geçilmeyen bu yerde insan nasıl dolaşsın?”

Bu beyti duyan Edirneli şairlerin ayranı kabarmış ve Refîkî’ye cevap yetiştirmeye koyulmuşlar. Ancak cevabî beyitlerde eleştiri dozu oldukça yüksektir. Onlardan biri olan şair Nasrî şöyle bir beyit kaleme alır:

Şu kim şeytan gibi eyler şikâyet âb ile gilden

Yüzine yellen anun aslı oddur haz ider yilden

Nasrî bu beytinde: “Şeytan gibi su ve topraktan şikâyet eden şu insanın yüzüne yellenin zira onun aslı ateş olduğu için rüzgârdan haz alır.” diyerek Refîkî’yi şeytana benzetir. Şeytanın aslının ateş oluşunu ateşin rüzgârdan daha da hararetleneceğini ifade ederek Refîkî’nin de yellenmeden hoşlanacağını belirtir. Böylece şair Nasrî, Edirne’yi tenkit eden Refîkî’ye hakaret eder.

Esasen Nasrî’nin beyti gerek anlam gerekse kelime kadrosu ve dizilişi bakımından oldukça başarılı bir beyittir. Şair, hicvetmek istediği şahsı şeytana benzetmekle ona ağır bir hakarette bulunmuşken, yelden hoşlanacağını belirterek hakaretine katlayarak devam etmiştir. Beyitte şeytanın ateşten yaratıldığı, su ve topraktan hoşlanmadığı söylenirken su ve topraktan oluşan çamurdan yaratılan insanın yaratılmasına karşı çıkması hâdisesine de telmih yapılmıştır. Yel kelimesini hava olarak değerlendirirsek su, toprak ve ateşle beraber eski anlayışa göre kâinatın yaratılmasındaki dört temel unsur (anâsır-ı erbaa) beyitte tamamlanmış olur. Şair aslı ateş olan şeytanın rüzgârdan hoşlanacağı için ona yellenmek gerektiğini ifade ederken yel ve yellenmek kelimelerini başarılı bir cinas yoluyla farklı anlamlarda kullanmıştır. Yine beytin ilk mısraında «ş» sesini üç defa kullanmak sûretiyle aliterasyon yoluyla «şeytan»a vurgu yapılmıştır. Velhâsıl şair, şeytan ve onun vasıflarını vurgulayan kelimelerle ördüğü beyitte hem Refîkî’yi hem de onun vasfında şeytanı başarılı bir şekilde rezil etmiştir.

_______________________

* İbnülemin Mahmut Kemal İNAL, Son Asır Türk Şairleri, IV, haz. İ. Baştuğ, AKM Yay., Ankara 2002, s. 2105.